Good People of vitruta: Gabriel Mealor-Pritchard

Röportaj: Alara Demirel

Gabriel Mealor-Pritchard, Central Saint Martins mezunu bir yazar ve editör. Asthetik ve Riff gibi bağımsız yayınlarıyla, moda, müzik ve tasarımın estetikten çok daha fazlasını ifade edebileceği alanlar kuruyor—hisle, ritimle ve bellekte kalan imgelerle çalışan bir bakışla.
Tabii Gabriel sadece unvanlarından ibaret değil. Dünyası dokular, ses manzaraları ve zihinde kalıcı izler bırakan cümleler etrafında dönüyor. Bazen bir çalma listesinin mahremiyetinde, bazen bir kokunun bıraktığı izden ilham alarak etrafına anlam katıyor; detaylarla, sürekli değişerek ve dikkatle ilerliyor. Bu sohbette Gabriel’in görme ve hissetme biçiminin izini sürüyoruz.

Gabriel, hoş geldin. Hep aynı soruyla başlıyoruz, o yüzden rutini bozmayalım: Seni tanımayanlara kendini nasıl anlatırsın? Gabriel kimdir? Nasıl başladı, neler yaptı ve şu anda nasıl devam ediyor?

Hey! Ben Gabriel Mealor-Pritchard, 22 yaşındayım ve Kuzey Galler’de, Conwy adında küçük bir sahil kasabasında büyüdüm. Her zaman dil ve imge arasındaki kesişim noktasına ilgi duydum; bunların dünyayı algılayış biçimimizi nasıl şekillendirdiğine. Bu merak beni zamanla Londra’ya götürdü ve son dört yılımı Central Saint Martins’te Moda İletişimi: Moda Gazeteciliği okuyarak geçirdim. Şu anda mezun olmuş durumdayım.

2020 yılından bu yana, Asthetik ve Riff adında iki bağımsız dergi kurdum. İlk başta tutkudan yola çıkarak başlayan projelerdi ama zamanla yaratıcı iş birliklerinin ve yeni seslerin bir araya geldiği platformlara dönüştüler. Onların nereye evrileceğini görmek, en az başlangıçları kadar heyecan verici.

Şu anda geçiş halinde bir dönemdeyim: Saint Martins’ten yeni mezun oldum ve hem bu iki yayını büyütmeye, hem de moda ve yaratıcı endüstrilerde kendi yerimi inşa etmeye devam ediyorum. Kariyerimin beni nereye götüreceğini gerçekten merak ediyorum.

Bir dijital dergi çıkarmak kolay iş değil. Ne tür bir boşluğu doldurmak istedin? Tonunu, ritmini ve bakış açısını nasıl şekillendirdin?

2020’de Asthetik dergisini kurdum ve o zamandan beri kreatif direktörlüğünü yürütüyorum. Kendisi yeni sanatçılara alan açan ve sanat, moda ve tasarımın nasıl kesiştiğini inceleyen bağımsız bir moda ve yaşam tarzı dergisi. Instagram hesabı son birkaç yılda hızlıca büyüdü—bu süreci izlemek oldukça heyecan vericiydi. Şu anda oldukça etkileşim dolu, yaratıcı bir topluluğa dönüştü. Bu tür bir geri dönüş, yaptığım işin karşılık bulduğunu ve sektöre yeni sesler kazandırabildiğini gösteriyor; bu da beni motive eden şeylerden biri.
Web sitesi markanın tam anlamıyla “kalbi” diyebilirim; tüm yazılarımız orada yer alıyor. Portrelerden röportajlara, eleştirilerden uzun araştırma yazılarına kadar pek çok türde içerik yayımlıyoruz. Amacımız her zaman sohbet başlatmak ve yaratıcı sektörlere daha düşünsel bir bakış sunmak. Asthetik’in temelinde merakı teşvik etmek ve özgünlüğü kutlamak var.

Bunun yanında Riff Magazine’i de yürütüyorum. Başlangıçta Saint Martins’teki bitirme projemdi. Şimdi Asthetik’in müzik odaklı bir eki haline geldi. Moda ve müziğin el ele yürüdüğünü hep hissetmişimdir; Riff de tam olarak bu bağlantıyı keşfediyor. Sesin kimliği, ruh halini ve tarzı nasıl şekillendirdiğini yani. Böylece her iki yayın etrafında daha kapsayıcı, deneyimsel bir yaratıcı evren kurmuş oluyorum.

Moda gazeteciliğinin önümüzdeki yıllarda nereye gideceğini düşünüyorsun? Yapay zekânın bu alanın tonunu ve otoritesini nasıl şekillendireceği seni meraklandırıyor mu yoksa endişelendiriyor mu?

Gerçek moda gazeteciliğinin samimiyetini hiçbir şeyin elinden alamayacağını düşünüyorum. İnsanların kıyafetlerle kurduğu o kişisel bağdan bahsediyorum. Yapay zekâ belki bir yazıyı anında daha düzgün yazabilir ya da 100 farklı fikri bizden çok daha hızlı üretebilir ama bir gazetecinin modayı anlatırken taşıdığı duyguyu asla barındıramaz. Sonuçta yapay zekâ kıyafet bile giyemiyor… en azından şimdilik.

Eğer yaşayan ya da ölmüş herhangi bir moda efsanesiyle oturup sohbet edebilseydin, bu kim olurdu? İlk sorun ne olurdu mesela?

Seçmek gerçekten çok zor! Ama uzun uzun düşündükten sonra, Michèle Lamy ile oturup konuşmak isterdim. New York’a taşınıp kulüpler ve restoranlar açmasından, kendi markası Lamy’yi kurmasına, ardından Rick Owens’la birlikte Owenscorp’u inşa etmesine kadar anlatacak onlarca hikâyesi olduğunu düşünüyorum.

Kendine özgü bir stili var. Her zaman beni şaşırtmayı başarıyor. Üstelik yakın zamanda dergimi Instagram’da takip etmeye başladı—yani bu buluşma belki de yakın gelecekte gerçekleşebilir! Gerçekten onunla derin bir sohbet etmeyi çok isterim.

Bugün bağımsız dijital yayıncılıkta seni en çok ne heyecanlandırıyor?

Yeni bir bakış açısı duymak, benzersiz bir fikre rastlamak—ve bunların ana akım medya tarafından filtrelenmemiş hâlini görmek—her zaman iyi hissettiriyor. Ayrıca bu tür yayınlarda üretim genellikle çok büyük ölçekli olmadığı için, yaratıcılığın daha serbestçe yayılabildiği bir alan oluşuyor.

Asthetik’te kurallar yok. Beni heyecanlandıran, bana ilham veren herkesle iş birliği yapabiliyorum. İşin gerektirdiği zamanı hakkıyla verebiliyorum. Ve tüm bunları tamamen özgür bir şekilde yazarken yapabiliyorum. Bağımsız bir dergi yürütmenin en güzel yanı da bu zaten: sınırlar tamamen sana ait.

Biraz da ses üzerine konuşalım. Müzik ve alışveriş mekânları arasındaki ilişkiyi incelediğini biliyoruz—bir çalma listesinin bir mağazayı bambaşka bir hâle getirebileceğini söylemiştin. Moda ve müzik arasındaki bu bağı sen kişisel olarak nasıl deneyimliyorsun?

Moda ve müzik arasındaki bağlantıya olan merakımı ateşleyen, zihnimde çok net kalmış bir anı var. Yaklaşık 15 yaşındaydım, ailemle birlikte alışveriş yapıyorduk. İngiltere’deki Chester şehrinde, tarihi Roma dönemine uzanan bir bölgede yer alan bir French Connection mağazasına girmiştik. Mağazanın atmosferi oldukça farklıydı: erkek giyim bölümü aşağı katta, taş kemerli eski bir bölümde yer alıyordu. Mekânın ham ve neredeyse sinematik bir havası vardı.

Orada öylece dururken bir şarkı çalmaya başladı: Chelsea Jade’den “Over Sensitive.” Elektronik tınısı ve hafifçe akılda kalan ritmi beni şaşırttı. O an, müzik mekânı tamamen dönüştürdü. Kıyafetler farklı görünmeye başladı. Renkler daha canlı geldi. Ortam çok daha içine çeken bir hâl aldı. Ses ile mekân arasındaki o uyum bana çok derin bir şekilde dokundu—ve o ânı hiç unutmadım.

Her ne kadar küçük bir an gibi görünse de o deneyim aslında Riff Magazine’in kavramsal temelini oluşturdu. Riff de yalnızca Asthetik’in bir eki görevi görmüyor; müziğin modaya eşlik etmediğini, onu dönüştürdüğünü ve yeniden çerçevelediğini düşündüğüm yaklaşımımın bir yansıması esasen.

Giyinirken seni ne yönlendirir? Kıyafet mi, müzik mi?

Kesinlikle müzik. Havanın durumu, o günkü ruh hâlim ve yapmam gereken işler gibi şeyleri düşünerek başlıyorum. Sonra çalma listemi bunlara göre ayarlıyorum—güne başlarken beni hazırlayan şey bu oluyor.

Bazen havayı dağıtmak ve odaklanmak için daha enerjik, elektronik parçalar dinliyorum; bazense daha dokulu ve atmosferik alternatif şarkılarla güne yavaş bir geçiş yapıyorum. Bu süreçte bir tür mahremiyet var—sanki kendi hayatımın film müziğini kendim yazıyormuşum gibi.

Sence stil öğrenilen bir şey mi, hatırlanan bir şey mi?

Stilimin büyük kısmı—hepsi değil ama çoğu—çevremde gördüğüm şeylerden geliyor. Renkler, dokular... Ve küçük bir kasabada, herhangi bir moda merkezinden uzakta büyümüş biri olarak, şu anda giydiğim bazı şeyleri o zamanlar doğrudan deneyimleme şansım yoktu.

Zamanla, farklı görünümlere maruz kalmam ve olgunlaşmamla birlikte değişti. “Artık şunu giyerim” dediğim şeyler, beş yıl önce asla düşünmeyeceğim şeylerdi mesela. Stilimin hep dönüşüm hâlinde olduğunu hissediyorum.
Bir mağazaya, kafeye ya da stüdyoya girdiğinde ilk fark ettiğin küçük detay nedir?

Koku. Kokulara oldukça önem veririm ve imza parfümleri severim. Perakende ya da yaratıcı mekânlar söz konusu olduğunda, bir koku bana her zaman markanın en ince detaya kadar düşündüğünü gösterir. Sadece orada bulunup birkaç şey satmak için değil, ziyaretçilere bir deneyim sunmak için var olduklarını hissettirir.

Tıpkı harika bir parfümü taşıyan birinin, yanınızdan geçip gitmesi gibi... Gidiyor, uzaklaşıyor ama o bıraktığı koku kalıyor. İşte o kalıcılık, bana göre tüm deneyimi değerli kılan şey.

Hem kültür üzerine yazmış hem de gündelik etkileşim alanlarında çalışmış biri olarak, günümüzde “zevk” senin için ne anlama geliyor?

Zevk bana göre incelikle işlenmiş ve bilinçli bir şekilde kurgulanmış bir şey. Sadece tercihle ilgili değil; seçici olmakla, fark gözetmekle ilgili. Bence zevk, zaman içinde içselleştirdiğimiz şeylerin—gördüğümüz sanatın, içinde bulunduğumuz mekânların, duyduğumuz müziğin ve bizi etkileyen insanların—bizde bıraktığı izlerden oluşur.

Gerek bir yazar olarak gerekse gündelik hayatın içindeki bir gözlemci olarak, zamanla zevki sessiz bir incelik olarak tanımlamaya başladım. Ne zaman neyi dâhil edeceğini, neyi dışarıda bırakacağını, zıtlıkla uyum arasında nasıl bir denge kuracağını bilmekle ilgili. Zevk her şeyi göstermek ya da aşırılık değil de daha çok sadelik ve netlikle ilgili.
Elbette ki zaman içinde evrilir. Ama her zaman bir omurgası vardır: dünyaya nasıl baktığını ve dünyanın sana nasıl bakmasını istediğini yansıtan bir kurgusal bütünlük.

Son olarak, “vitruta” ve “Good People” denince aklına gelenleri bizimle paylaşır mısın? Marka, semt, birey, renk, etkinlik—aklına ne gelirse.

Aklıma bir topluluk geliyor—vitruta’nın farklı geçmişlerden gelen insanları, bireylerin yetenekleri ve tutkuları etrafında bir araya gelinen bir alan. Bu bana bir tür cömertlik gibi geliyor: yaptığın işe inanan, emeğini görünür kılmak isteyen bir markanın varlığı benim için çok kıymetli. “Good People” seçkisinin bir parçası olmak büyük bir mutluluk.