Good People of vitruta: Emre Özücoşkun
Röportaj: Alara Demirel
Emre Özücoşkun, mekânlarla bağ kurma biçimiyle olduğu kadar, hikâye biriktirme şekliyle de dikkat çeken bir iç mimar. İstanbul merkezli tasarım ofisi Cisimdesign’ın kurucu ortağı olarak, estetikle zamansızlığı buluşturan bir dil kuruyor. “Japandi” yaklaşımı—Japon sadeliğiyle İskandinav yalınlığının dengesi—onun tasarım anlayışında doğal bir yer edinmiş.
Ama Emre’yi sadece mimarlıkla tanımlamak zor. Onun dünyasında Mums ve Paps gibi Karaköy’ün ritmini yakalayan mekânlar kadar, Monocle sayıları, dalış saatleri ve Liverpool formasının da yeri var. Koleksiyon tutkusu ile mahalle hafızasına duyduğu bağlılık, ilk bakışta farklı görünen detayları tutarlı bir bütünde buluşturuyor.
Bu söyleşide; sadeliğin yüzeyde kalmadığı, bir iç mimarın gözünden şekillenen şehirler, nesneler ve dostluklar arasında dolaşıyoruz. vitruta’yla kesişen ilk hatıra Karaköy mağazasında başlıyor; tanıdık ama her seferinde taze.



Emre, hoş geldin. Hep aynı soruyla başlıyoruz, o yüzden rutini bozmayalım: Seni tanımayanlara kendini nasıl anlatırsın? Emre kimdir? Nasıl başladı, neler yaptı ve şu anda nasıl devam ediyor?
Zor bir soruyla başladık. O yüzden çok özet geçiyorum: Birkaç istisnai taşınma dışında hayatım Nişantaşı’nda geçti. Burada kök salıp hayatımın odağına seyahat etmeyi aldım. Sanat, tasarım, moda, yemek, müzik, futbol… yani beni ben yapan tüm tutkularım için seyahat ediyorum. İstanbul merkezli iç mimarlık ofisi Cisimdesign’ın kurucu ortağıyım.
Üniversite yıllarında tanıştığın Erdem İşler ile birlikte uzun soluklu bir ortaklık sürdürüyorsun. Birlikte üretmenin, bir stüdyo pratiğini birlikte inşa etmenin en zorlayıcı ve en tatmin edici tarafları neler?
Erdem’le tanışıklığımız aslında üniversiteden bile öncesine uzanıyor ama gerçek anlamda birbirimizi tanımamız ve yakınlaşmamız üniversite yıllarında oldu. Birlikte üretmenin en tatmin edici yanı, zaman içinde ortak bir dil geliştirmiş olmak. Artık neredeyse konuşmadan bile ne düşündüğümüzü anlayacak kıvama geldik. Bu karşılıklı güven ve alışkanlık sayesinde işler çok daha hızlı ve verimli ilerliyor.
Zorlayıcı tarafını düşündüm ama klasik anlamda büyük bir zorluk aklıma gelmedi. Belki de bu kadar uzun süre birlikte çalışmanın ilginç bir yan etkisi şu: artık birbirimize çok benziyoruz. Tasarım yaklaşımlarımız ve estetik algımız o kadar örtüşüyor ki fikir ayrılıkları çok nadir yaşanıyor. Bu kulağa harika gelse de, farklı bakış açıları geliştirebilmek için zaman zaman birbirimizi ekstra zorlamamız gerekiyor.

Tasarım dilin “Japandi” estetiğiyle anılıyor—yani Japon sadeliğiyle İskandinav yalınlığının buluştuğu noktada. Bu yaklaşım sana neden bu kadar doğal geliyor? Sence malzeme, renk ve form arasında kurduğun denge, bugünün hızlı tüketim dünyasında nasıl bir karşılık buluyor?
Aslında bu, Cisimdesign’ı kurarkenki çıkış noktamızdı. O zamanlar “Japandi” diye bir terim ortada yoktu ama biz içgüdüsel olarak hem Japon sadeliğine hem de İskandinav yalınlığına yakın hissediyorduk. Daha sonra bu tanımla karşılaştığımızda, “Biz zaten böyle çalışıyoruz” dedik ve bu dili daha bilinçli şekilde sahiplenmeye başladık.
Malzeme, renk ve form arasında kurduğumuz denge, estetik bir tercih olmakla sınırlı değil, bugünün hızlı tüketim kültürüne karşı bir tavır da aynı zamanda. Geçici trendlere değil, zamansızlığa ve sadeliğe yöneliyoruz. İnsanların yorulduğu, gürültüden kaçmak istediği bir dönemde, sakin, nefes alabilen mekânlar yaratmanın çok daha anlamlı hâle geldiğine inanıyoruz.
İstanbul’da farklı ölçekte işler yaptın ama Karaköy’deki Mums ve Paps gibi projelerin başka bir yeri var gibi. Kentsel hafızayla, mahallenin ritmiyle ve kullanıcıyla kurduğun ilişkiyi biraz anlatabilir misin?
Aslında bir önceki soruya verdiğim cevabı doğrulayan iki proje Mums ve Paps. Bu mekânlar tasarımıyla ve hissiyatıyla bizim için zamansızlığın karşılığı diyebilirim. Hangi on yılda yapıldığını tahmin etmenin zor olduğu, gereksiz süsten uzak, yalın ve sakin mekânlar. Anlık bir popülerlik peşinde olmayan, zaman geçtikçe çizgisini pekistiren yerler. Bunda mekânların sahiplerinin istikrarlı ve tutarlı yaklaşımlarının çok büyük payı var tabii ki.
Karaköy yıllar içinde çok inişli çıkışlı dönemlerden geçti; kimi zaman aşırı yoğunlaştı, kimi zaman geri çekildi. Ama Mums ve Paps bu dalgalanmalardan etkilenmeden kendi kimliğini koruyabildi. Biz de tasarım sürecinde sadece iç mekâna odaklanmadık; sokağın ritmini, mahallenin hafızasını ve kullanıcıların beklentilerini anlamaya çalıştık. İçerisiyle dışarısı arasında kurulan o geçirgenlik sayesinde bu iki mekân, mahalleyle doğal bir bağ kurdu. Bu da tasarımın sadece fiziksel değil, sosyal olarak da ne kadar etkili olabileceğini gösteriyor.



Koleksiyon merakın mimar kimliğinden izler taşıyor gibi görünüyor. Saat koleksiyonun olduğunu biliyoruz; özellikle dalış saatlerine ayrı bir ilgin varmış. Saatlerle kurduğun bağ nasıl başladı? Senin için neyi temsil ediyorlar?
Çocukluğumdan beri toplama ve biriktirme huyum var diyebilirim. Yaş ilerledikçe, zevklerim ve hayat tarzım oturdukça bu huyum da olgunlaştı sanırım. Sanat eseri, saat, kibrit kutusu, bardak altlığı gibi tasarımını veya içeriğini beğendiğim ne varsa topluyorum; kısacası çeşitlilik oldukça fazla.
İrili ufaklı tüm koleksiyonlarım mesleğimle doğrudan bağlantılı. Estetik olan her şey doğrudan ilgi alanıma giriyor. “Koleksiyon” demeye biraz çekiniyorum açıkçası, amatör bir ruhla biriktiriyorum. Saatlerimin mimarlıkla olan bağ daha belirgin. Mimarlıkta olduğu gibi saatlerde de tasarım, detaylar, malzemeler ve işçilik benim için önemli.
Saat toplamaya, çok yakın bir arkadaşımın bir doğum günümde hediye ettiği bir saatle başladım; onun etkisi büyüktür. Bu arada, bakmayın dalış saatlerine meraklı olduğuma, hayatımda dalmadığım gibi denizle de pek aram yoktur; dediğim gibi tasarımı, detayları, malzemeleri ve işçiliği beni heyecanlandırıyor.
Bununla birlikte Monocle dergisinin sayılarını ve sanat eserleri de topluyorsun. Estetik tercihlerinin zamanla nasıl evrildiğini düşünüyorsun? Seçim yaparken seni yönlendiren şey nedir—hikâye mi, obje olarak cazibesi mi?
Çeşitlilikten kastım aslında bu: Mesela Monocle koleksiyonum, benim için son derece muhafazakâr sayılır. 2007’de dergi henüz yayın hayatına başlamadan, ilk sayısını dört gözle bekliyordum. Wallpaper’ı yaratan isimlerin çıkaracağı yeni bir derginin bana hitap edeceğini biliyordum ve öyle de oldu. Yaklaşık 20 yıldır tek bir sayısını bile kaçırmadım.
Ama diğer taraftan sanatla olan ilişkim hiç durmadan evriliyor; içinde deneysellik barındırdığını söyleyebilirim. Geriye dönüp baktığımda, “Bunu nasıl almışım?” dediğim hiçbir eser olmadığı için kendimi şanslı hissediyorum. Açıkçası tasarımda hikâye önceliğim olabilir ama sanat eserlerinde benim için asıl önemli olan, gördüğüm anda bana ne hissettirdiği.



Seni Sokrates’te Liverpool formasıyla izledik. Futbol tutkun hayatının neresinde duruyor? Liverpool taraftarlığını sadece bir “takım sevgisi” olarak mı yaşıyorsun, yoksa bunun da estetik ya da kültürel bir karşılığı var mı senin için?
Çok küçük yaştaydım; Wembley’de—o an için bana pek de bir şey ifade etmeyen—iki takımın maçını izlemeye götürülmüştüm. Sanırım yıl 1986’ydı. Meğer tarihe geçmiş, efsanevi bir maça denk gelmişim.
Liverpool taraftarının yenik durumdaki takımı ayağa kaldırması ve takımın maçı geriden gelip kazanması beni çok etkilemişti. O anda “Tamam, ben Liverpool’luyum” demiştim. İddialı gelebilir ama Liverpool’luluğum sadece futbola değil, hayata bakışımı da şekillendirdi — giyim tarzımdan müzik zevkime, hatta siyasi görüşüme kadar. Ve evet, bu bağ sadece bir takım ya da kulüp sevgisiyle açıklanamayacak kadar derin.
Bir iç mimar olarak seni en çok besleyen şehirler, yapılar ya da mekânlar hangileri?
Yemek, moda, sanat, tasarım odakli sayahat eden biri olarak en başta Tokyo ve Kopenhag diyebilirim. İkisinin de saydigim baslilklarda sade ama çok katmanlı, sıkı bir dili var. Tokyo’da Daikanyama T-Site, Case Gallery, Nezu Museum gibi yerler hem mimarisi hem de içeriğiyle çok besleyici. Kopenhag’da ise Louisiana Museum başta geliyor. Kısaca, Norm Architects’in imzasını taşıyan tüm mekânlar diyebilirim. Hepsinde sadelikle beraber geleneklerden gelen bir derinlik var. Fazlalıklardan uzaklar ama asla yüzeysel değiller.
Bunların dışında Milano, Viyana ve Londra gibi şehirlerde dolaşırken de benzer bir şekilde besleniyorum. Ama sanırım Tokyo ve Kopenhag, özellikle son dönemde, bir adım önde.

Bir şehre ilk kez gittiğinde gözün önce neyi arar? Nerelerde olmak seni gerçekten iyi hissettirir?
Bir şehre ilk kez gittiğimde önce en klasik şeyleri yaparım. En eski barı, kafesi, restoranı, müzesi, galerisi neredeyse, onları görmek isterim. Şehri tanımak için önce en bilinen katmanına dokunmanın doğru olduğunu düşünüyorum.
Klasikleri tamamladıktan sonra yavaş yavaş lokal gibi gezmeye başlarım. Mahalle sokaklarını dolaşırım; iyi kahve nerede içiliyor, yerel markalarla harmanlanmış mağazalar nerede, sanat galerileri hangi mahallelerde, kim nerede oturuyor diye bakarım. Şehrin ritmini, temposunu anlamaya çalışırım.
Son olarak, “vitruta” ve “Good People” denince aklına gelenleri bizimle paylaşır mısın? Marka, semt, birey, renk, etkinlik—aklına ne gelirse.
vitruta benim için Karaköy’deki mağaza diyebilirim. İlk olduğu için mi yoksa döneminin ötesinde bir mağaza olduğu için mi bilmiyorum ama bende kalıcı bir yer edinmişti. Markanın sonrasındaki gelişimine hem altyapı oluşturduğunu hem de yön verdiğini düşünüyorum.
Good People ise bana birlikte olma hissi veriyor. Birbirine benzeyen ama bir o kadar da farklı kişiler… tıpkı vitruta’daki markalar gibi, ustaca kürate edilmiş bir yapı. Bu kurgu bana çok tanıdık ama bir o kadar da taze geliyor.
Emre Özüçoşkun'un çekimde kullandığı ve seçtiği ürünler için buraya tıklayabilirsiniz.