Good People of vitruta: Laris Alara Kilimci
Good People of vitruta’nın yeni üyesi Laris Alara Kilimci. Kendisi, dört senedir birlikte çok keyifli bir iş ortaklığımız olan, zaman zaman buluşup bir şeyler içmekten de çok keyif aldığımız bir tasarımcı ve LAR’ın yaratıcısı. Laris’le güneşli bir sonbahar günü Pera’da buluşup önce vitruta mağazasını ziyaret edip ardından oturup bol sütlü bir cappuccino içerken sohbet ettik. :)
Laris hoş geldin! Tanıdığımız insanlarla sohbet etmek, bunu röportaja çevirmek çok keyifli ama ilk soruyu sormak da cevaplamak da çok zor sanırım: Laris Alara Kilimci kimdir? Nasıl başladı, nasıl devam ediyor?
New York doğumlu Türkiyeli bir tasarımcı ve girişimci diye tanımlayabilirim kendimi sanırım. :) Central Saint Martins'te Grafik Tasarımı ve Animasyon okudum. Türkiye’ye döndüğümde Türkiye’deki renk kullanımının eksikliğini hissettim ve bir proje olarak başladığım sanat ile gündelik giyimi özgün tasarımlarla buluşturma hayalim 2017’de Lar markasına dönüştü.
LAR, vitruta’nın en sevilen markalarından biri. Bunun dışında artık günlük hayatımızda da çok karşılaştığımız bir marka haline geldi. LAR nasıl gidiyor?
LAR’ı hayata geçireli 4 sene oldu. Gündelik hayatta detaylardan etkilenen biriyim ve aslında bu da LAR’da kullandığım hikayelerin kaynaklarının çoğunu oluşturuyor. Açıkçası bu sektörde sürekli olarak yeni ürünler, yeni tasarımlar beklenmesi benim kendi karakterime çok uygun değil. Tasarımda hızlı üretime gidildiğinde genellikle ortaya çıkan işin özgünlüğü azalıyor. Bir sanatçı her sene sergi açamaz, bir şarkıcı her sene albüm çıkaramaz fakat moda sektöründe bir tasarımcıdan her sezon yeni beklentiler var. Bu durumdan pek hoşnut değilim fakat ‘swipe’ nesli olarak pek çok kişinin tüketim alışkanlıkları bu yönde. Bu yüzden bazı desenleri farklı ürün kategorilerine uygulayarak en azından bir karşılık vermeye çalışıyorum bu taleplere. Aslında yeni olan her şey eskinin bir parçası, her şey bir devinim halinde ama insanlar “yeni”yi hep yenide arayınca pek bir şey üretemez bence. Bu yaklaşım da aslında çok sevdiğim işimi yaparken beni zaman zaman düşündüren bir gerçek.
Sana tasarımlarını yaparken ne ilham veriyor?
İlham aldığım şeyler her sezon, her dönem değişiyor açıkçası. Ama bana genelde kimsenin üzerinde durmadığı basit detaylar ilham verir. Eski eşyalar, eski yerler çok ilham verir örneğin. Aneannemin mutfağındaki fayanslar, bir ortamdaki koku, bir mobilyadaki detay... Aslında çok hayatın içinde olan, kimsenin dikkat etmediği şeyler diyebilirim.
Peki tasarımlarını yaparken hangi şehirler sana daha iyi gelir?
Her yerin ayrı bir tadı var. Mesela Paradiso koleksiyonunu yapmadan önce Miami, Karayipler ve Meksika Adaları’na gitmiştim. Koleksiyonum adeta Kitsch diyebileceğim, 1980’lerden kalma bir yazlık moda sahipti. Onun haricinde Londra’da bir yere girince o dönemi buram buram hissetmeyi, o zamansızlığın korunmuş olduğunu görmeyi çok seviyorum. Paris’in hep aynı kalmasını ve çok değişmemesini çok seviyorum. Hep bir “yeni” arayışı var ama aslında dünya aynı şekilde devam ediyor, bazı şeyler pek değişmiyor. Bir cafeye gidip bir kahve içerek hala iyi bir his yaşayabiliyorsunuz, bu da insanların her şeyi farklılaştırarak önünüze nasıl koyduğuna dair bir farkındalık yaratıyor bende. Günün sonunda bir sanatçı/yaratıcı bireyin her insan gibi giyinip, bir yere gidermiş gibi davranması aslında tasarımın ve sanatın bir zorunluluktan öte bir seçenek olduğunu gösteriyor adeta. Tıpkı Dali’nin bir sanatçı olmasına rağmen her gün takım elbise giymeyi tercih etmesi gibi.
Tükettiğin dizilerin, filmlerin de çok farklı olduğunu düşünüyorum tüm bu anlattıklarından yola çıkarak? :)
Psikolojimi bozan hiçbir şeyi izlemek istemiyorum. Mesela Squid Game’i izlemedim. Zaten yeterince şiddet, sevgisizlik, kopukluk, vahşet varken moral bozucu dizileri izlemeyi sevmiyorum. Komedi her zaman tercihim, hayata bakış açım da öyle, küçük ironilerden haz duyuyorum. Peep Show ve Fleabag en sevdiğim diziler. Onun haricinde arka planda her zaman açık olan diziler Seinfeld, Sex and The City ve How I Met Your Mother genel olarak. Hype olayını çok sevmiyorum. Ben St. Martens’teyken her saniye yeni bir hype çıkardı ve hocalarım hep aynı telkinde bulunurdu: “Sen hep kendin ol, kendin kal. Hype hep gelir-gider ve sen her şeye uymaya çalışırsan aslında hiçbir şey olamazsın.” Açıkçası bu yüzden analog kalmanın insan psikolojisi ve yaratıcılığına daha iyi geldiğine inanıyorum. Günün sonunda teknolojiden tamamen kopmak imkansız ama bazen hayatın basit yönlerine dönmek ve bunlardan haz almak insanı ‘reset’leyen ve daha farkında yaşamaya yönlendiren şeyler.
vitruta'daki en favori 5 markanı öğrenebilir miyiz?