Good People of vitruta: Eddie Wailes
Röportaj: Alara Demirel
Eddie Wailes, vintage moda, fotoğrafçılık ve topluluk kurma pratikleri arasında özgürce hareket eden bir isim. Tokyo’da nadir parçalar peşinde koşarak başlayan serüveni, Paul Smith, Ralph Lauren ve Boucheron gibi markalarla yaptığı işbirliklerine uzandı; ardından yeniden fotoğraf makinesine yöneldi.
Okulda geçen yıllardan çok yolculukların ve deneyimlerin şekillendirdiği bu yolculuk, hikâye anlatıcılığını stil ve hafıza ile birleştiriyor. Paris ve Amsterdam’daki pop-up buluşmalarından vitruta Londra’daki özel bir geceye ulaşan eylem skalasında Eddie, karşılaşmaları kalıcı bağlara dönüştürmenin yollarını aramaya devam ediyor.


Eddie, hoş geldin. Hep aynı soruyla başlıyoruz, o yüzden rutini bozmayalım: Seni tanımayanlara kendini nasıl anlatırsın? Eddie kimdir? Nasıl başladı, neler yaptı ve şu anda nasıl devam ediyor?
Hoş bulduk vitruta! Kendimi bir “bağ kurucu” olarak tanımlayabilirim: hayata da, işe de açık yaklaşan, her zaman yeni deneyimlerin peşinden giden biri.
Çok yaratıcı iki ebeveynle büyüdüm; ikisi de moda sektöründe çalışıyordu. Ben birebir aynı yolu izlemedim ama onların dünyasından her zaman ilham aldım.
Üniversitenin bana göre olmadığını erken fark ettim. Bu yüzden sevdiğim şeye yöneldim: vintage kıyafet alıp satmak. Bu tutku beni Tokyo’ya kadar götürdü; orada nadir parçalar buldum, ardından 2018’de Paris’te Merci ile yaptığım pop-up hayatımda bir dönüm noktası oldu.
O zamandan beri Paul Smith, Ralph Lauren ve Boucheron gibi markalarla ortak projelerde yer aldım. Bugünse yeniden fotoğrafçılığa odaklanıyorum; editoryaller çekiyor, etkinlikleri belgeliyorum. Yolda öğrendiklerimi yaratıcılıkla harmanlıyorum.
Sana stilist, küratör, koleksiyoner deniyor ama hiçbir tanım seni tam karşılamıyor. Kendi pratiğini nasıl tarif ediyorsun?
Hâlâ tam bir cevap bulmuş değilim ve bence bu iyi bir şey. Farklı alanlarda keşif yapmak, gelecekteki işlerime bakış açımı geliştiriyor. Birden fazla yaratıcı disiplinden beslenmek ve özellikle fotoğraf merkezli görsel işler üretmek istiyorum.

Nadir parçaların peşinden koşmak ve onların hikâyelerini takip etmek yaptıklarının merkezinde. Seni bu nesnelere çeken ne oluyor? Ne zaman bir şeyin “peşine düşmeye değer” olduğunu anlıyorsun?
Benim için önemli olan, parçaların hikâyesini taşımak ve onlara yeni bir yaşam alanı açmak. Çoğu zaman bir parçanın karakteri beni çeker.
Bu mutlaka maddi değerle ilgili değil. Bir daha bulamayacağımı bildiğim şeylere yöneliyorum. İnsanların vintage üzerinden özgünlük duygusunu keşfetmesi bana çok özel geliyor.
Stile yaklaşımın modayla sınırlı değil—neredeyse bir “arşivci”nin ya da antropolojik bakışlı bir tavrı var diyeceğim. Yaptıklarını bir tür hikâye anlatıcılığı olarak görüyor musun?
İster bir müşteriyle çalışırken ister bir projede, en önemlisi kişiyi gerçekten tanımak. Kıyafetler bana göre senin kim olduğunu, neleri önemsediğini, kendini nasıl gördüğünü yansıtır. Eğer birine kıyafetleriyle kendini daha çok hissettirebiliyorsam, bu bana büyük mutluluk veriyor.
Paris, Amsterdam ve vitruta London’da samimi pop-up’lar yaptın. Bu fiziksel buluşmalar senin için ne ifade ediyor?
Yeni insanlarla tanışmak ve kendi topluluğumu bir araya getirmek benim için çok değerli. Londra’da altı yıl yaşadıktan sonra vitruta ile yaptığımız gece, yıllar içinde tanıdığım harika insanları buluşturmak için mükemmel oldu.
En özel olan, sevdiğin insanları aynı odaya koymak ve herkesin hem benzerliklerini hem de farklılıklarını paylaşması… O gerçek bağlardan kalan anlar bende hep iz bırakıyor.



vitruta London’daki buluşma nostaljik bir ton taşımıştı. O geceyi kurgularken neyi hedefledin?
İşe insanlardan başladım—gerçekten birbirine fayda sağlayacak kişileri düşündüm. Çok fazla etkinliğe katıldığım için, insanların gerçekten bulunmak isteyeceği bir atmosfer yaratmak istedim. Bunun için akışa özen göstermek gerekiyordu; müzik de odak noktam oldu. Hatırlanacak bir ton yaratmak bütün meseleydi.
Stilinde dönemleri ve stilleri armanlıyorsun. Zaman ve çelişki kavramlarını nasıl düşünüyorsun
Üzerimdeki her şey hayatımın belli bir dönemine bağlanıyor. Gençken BMX kültürüyle büyüdüm, bu benim kimliğimin büyük parçasıydı. O zamanlar her gün Vans giyerdim, okula bile. Şimdi giymek de hayatımın o bölümüne bir selam gibi geliyor. Farklı stilleri karıştırmayı seviyorum çünkü onlar geçmişim ve bugünümün farklı parçalarını temsil ediyor. Hiçbir zaman çelişki gibi hissettirmiyor yani.
Okulla değil, deneyimle yetişmiş birisin. Sence moda endüstrisi hâlâ gerçek stil ve ticaret hakkında neyi öğrenemedi?
Stil kişisel olarak oluşur, bence zevk öğretilemez ve her birey için özeldir. Benim tarzım birebir deneyimle ve seyahatle gelişti. Kesin konuşmak zor ama bana öyle geliyor ki eğitim sistemi öğrencileri sektörde yol bulmaya hazırlamakta yetersiz kalıyor.

“Resale” alanının hızla değiştiğini gördün. Seni hâlâ heyecanlı kılan şey ne?
Artık eskisi kadar satış yapmasam da kendim için parça toplamaya devam ediyorum. Fransa’nın güneybatısında ailemin yanına gittiğimde, ikinci el dükkânlarda, hayır kurumlarında sürekli arayıştayım. Koleksiyonum artık ev eşyalarını bile kapsıyor.
Japonya’nın moda kültüründen ve insanların stili yaşama biçiminden etkilendiğini söylemiştin. Seyahat senin bakış açını ve işini nasıl şekillendirdi?
Bilmediğin yerlerde ilham aramak, yaratıcı gözünü beslemenin en iyi yolu. 18 yaşında Hong Kong ve Tokyo’ya giderek konfor alanımdan çıktım. Özellikle o yaşta bu bana çok yön verdi. Bana, hayatımın merkezine özgür, yaratıcı ve sosyal bir yaşam biçimini koymak istediğimi fark ettirdi.


Instagram’da özel hayatını çok paylaşmadığını ama yaptığın her şeyin “gerçek” olduğunu söylüyorsun. Senin için “otantiklik” nasıl bir şey?
Otantiklik, gerçekten keyif aldığın şeyleri yapmak ama bunları herkese göstermek zorunda hissetmemek demek. Platform kurmak için sosyal medyanın önemi var ama son yıllarda bu baskının dışında çok daha fazla huzur buldum.
Son olarak, “vitruta” ve “Good People” denince aklına gelenleri bizimle paylaşır mısın? Marka, semt, birey, renk, etkinlik—aklına ne gelirse.
vitruta, İstanbul’dan çıkan bir marka olduğu için bana Yeşilköy’ü hatırlatıyor. Babam on yıl kadar önce orada yaşıyordu, ailece çok zaman geçirdik. Hem hayatımın özel bir dönemini hem de İstanbul’un güzelliğini çağrıştırıyor.