Good People of vitruta: Elâ Atakan
Good People of vitruta’nın yeni üyesi Elâ ile tanışın! Hikâyelerle yaşayan biri olarak, Elâ’nın ilgisini çeken en büyük şeylerden biri, nesneler, insanlar ve şehirler arasındaki görünmez bağlar. Sanat dünyasında Sophie Calle ile başlayan kariyeri, zamanla bağımsız küratörlüğe ve toplumsal hafıza ile sanatın kesişim noktasında derin araştırmalara evrildi. Elâ’nın İstanbul, Paris ve Grenoble arasında geçen hayatı ve şehirlerle olan bağı, çalışmalarını nasıl şekillendirdi? Hepsi ve daha fazlasını konuştuğumuz sohbet, aşağıda.
Elâ, hoş geldin! Hep aynı soruyla başlıyoruz, o yüzden rutini bozmayalım: Seni tanımayanlara kendini nasıl anlatırsın? Elâ kimdir? Nasıl başladı, neler yaptı ve şu anda nasıl devam ediyor?
Herkese merhaba! İstanbul’da doğdum, büyüdüm, hayal kurdum. Kendimi yazar ve bağımsız küratör olarak tanımlayabilirim. Yazı yazmak ve hikâyeler anlatmak farklı biçimleriyle hayatımın bir parçası oldu.
Her şeyin hikâyesiyle yaşıyorum sanırım. Nesnelerin, insanların, şehirlerin, kalıntıların, geçmişin ve onları bugünlerine taşıyan, aralarındaki görünmeyen bağlar benim ilgimi hep çok çekti ve çekmeye de devam ediyor.
Sanat dünyasındaki yolculuğun nasıl başladı? Koordinatörlükten bağımsız küratörlüğe uzanan süreci senden dinleyebilir miyiz?
Sanat dünyasındaki yolculuğum profesyonel anlamda ilk kez Sophie Calle ile tanışmam ve onunla beraber Sakıp Sabancı Müzesi için çalışmamla başladı. Ardından orada harika ve oldukça az kişiden oluşan bir ekiple çalıştım. Bu süre zarfında, birçok serginin fikir aşamasından kataloğuna, yan etkinliklerinden ilgili filmlerin bulunmasına kadar her alanında deneyimim oldu.
Müzeden ayrıldıktan sonra, kısa bir süre film yapımcısı Zeynep Atakan’ın yanında çalışma fırsatı buldum. Sanırım onun sayesinde ‘‘bağımsız’’ fikirleri, kağıt üzerindeki hayalleri tutarlı bir şekilde hayata geçirme cesareti buldum kendimde. Ayrıca Art Unlimited’da sevgili Merve Akar Akgün’ün editörlüğünde sergi yazıları yazmamın da yine, bu yolculukta önemli bir yeri olduğunu düşünüyorum.
Akademiden kopmadığını biliyoruz! Siyaset bilimi ve demokratikleşme üzerine yaptığın yüksek lisans, sanattaki bakış açını nasıl etkiledi? Doktorada sürdürdüğün toplumsal hafıza ve sanat arasındaki ilişkiye dair düşüncelerini paylaşabilir misin?
2011 yılında savunduğum yüksek lisans tez konum, think thank’ler ve onların demokratikleşme söylemiydi. Türkiye’de konuşulmayan politik tabuların farklı siyasal görüşlü sivil toplum örgütleri tarafından nasıl bir söylem geliştirdiklerini analiz etmiştim ve bu sivil toplum örgütlerine rapor yazan, seminer düzenleyen, fonlayan aktörlerin aralarındaki organik bağları ortaya koymuştum. Tezimin savunmasından sonra, Türkiye politik ikliminde ciddi değişiklikler oldu. Araştırmamı yazdığım sürede, Sophie Calle ile Sakıp Sabancı Müzesi’ndeki projemizi gerçekleştirmiştik. Savunmamdan sonra da yüksek lisans tez hocam, doktoraya devam etmem için bir teklifte bulundu.
Toplumsal hafıza ve sanat arasındaki ilişkiye dair olan doktora tez konuma karar vermemin gerekçesi ise, think thank’leri fonlayan aynı kaynakların sanat piyasasına kaydığını fark etmem olmuştu. Bu kurumlar, uzun sayfalar süren raporlara destek vermek yerine, aynı toplumsal konuları bu sefer sergi olarak karşımıza çıkarıyordu. Bir şekilde de Türkiye’de konuşulması tabu olan politik konulara değinen neredeyse araştırma-sergileri, politik iktidarın radarına girmiyordu. Tüm bu hikâye beni o dönemde oldukça heyecanlandırmıştı.
Sanat kurumlarının tarihine dair yaptığım araştırmalar, sanatçılarla, kurum yöneticileriyle yaptığım görüşmeler, okuduğum makaleler—hepsi aslında Türkiye’deki sanat piyasasına çok daha uzaktan ve objektif bir bakış açısı kazanmamı sağladı. Aynı zamanda ben bu süreçte yaklaşık beş yıl süren bir psikanaliz sürecinden de geçtim. Hem psikanaliz, hem de doktora konum şu anda çalıştığım sanatçılarda, hem eserlerine, hem de kişisel hikayelerine, geldikleri kültüre, ailelerinin, kendilerinin yaşadıkları toplumsal olaylara çok daha derinlemesine önem vermemi sağladı.
Hem akademik dünyada hem de sanat alanında aktif olmak, sana nasıl bir perspektif kazandırıyor? Bu iki alanı bir araya getirip beslenmelerine izin verdiğinde, ortaya nasıl bir vizyon çıktı?
Uzun süredir aktif olarak akademik alanda yer almıyorum. Akademik alanda yaptığım tüm çalışmalar, yukarıda anlattığım gibi aslında tüm sergilerin ve yazıların zeminini oluşturuyor. Sergi, yazı veya inceleme olarak herhangi bir konuya çekildiğimde, orada yaptıklarımın, çalışma pratiğimin aslında akademik bir araştırmadan çok farkı olmuyor.
Peki yazarlık, kendini ifade etme yolculuğunda nasıl bir yer tutuyor? Kimsesizliğin Sonu adlı kitabını da senin ağzından dinlemeyi isteriz!
Yazarlığın bende bambaşka bir yeri var. Hayatta çocukluğumdan itibaren kendimi yazarak ifade ettim. Yıllar boyunca, benim için bir nevi kendi kendime yaptığım bir terapiydi diyebilirim.
Kitabın çıkışında sanırım en büyük etken geçirmiş olduğum psikanaliz süreciydi. Psikanalizde keşfettiğim kendi hikâyemdeki gerçeklerle yüzleşip, onlarla bu kitap vasıtasıyla vedalaşmak istedim. Aynı zamanda bu metodoloji, yazdığım ve okuduğum şiirlere, hikâyelere bambaşka bir perspektifle bakmamı da sağladı.
Toplumsal hafızanın önemine geri döneceğiz ama konuyu başka bir yere bağlayacağız—İstanbul, bu konuda oldukça dertli! Yine de sormadan geçemeyeceğiz: Eğitim süreçlerinin çoğunu geçirdiğin Grenoble ve İstanbul’un sanatsal ve kültürel dokusu, çalışmalarını nasıl besliyor? Sen şehirlerle olan bağını nasıl koruyorsun?
Aslında eğitim hayatımı İstanbul, Paris ve Grenoble’da geçirdim ve İstanbul’dan sonra da en çok Paris’te yaşadım diyebilirim. Bu üç şehrin sanatsal ve kültürel dokusu birbirinden bambaşka. Sanat ve kültür, Paris’in hâlen kalbini oluşturmaya devam ediyor. Sanata dair bakış açımı, sanat alanındaki sınırsızlığı, tüm şehre sinmiş o özel duyguyu sanırım ilk orada keşfettim.
Grenoble’daki deneyimim ise çok başkaydı. Orada Sciences Po Grenoble’ü merkez aldığım oldukça akademik bir açıdan sanata, edebiyata, felsefeye yaklaşımım oldu. İstanbul ise, öyle bir yer ki, ne kadar kültürel olarak körelmiş gibi gözükse de şehrin kendi dokusunda, coğrafyasında ve sürekli dönüşümünde ciddi bir yeniden kendini yaratma, tekrar tekrar sanatsal ve kültürel olarak üretime farklı biçimlerde katkı sağlama hâli var. Doğduğum, büyüdüğüm şehir olduğu için de, tüm bu dönüşüme tanık olmak oldukça ilginç geliyor.
Bu aralar hangi sanatçılar, yazarlar ya da düşünce akımları seni etkiliyor?
Belki de yine akademik araştırma alt yapısından geldiğimden bir konuyla ilgilendiğimde, onunla ilgili farklı alt kırılımlar etrafında okumayı, araştırmayı seviyorum. Son altı yıldır, bir tutku olarak Yunanca öğrenmeye başladım. Bu dil aslında hayatın, gündeliğin, şehrin ve ülkenin tüm gerçekliğinden kaçmamı kendi içimde bağımsız yepyeni bir iç dünya yaratmamı sağladı. Bu sebepten son dönem okuduğum, ilgilendiğim birçok şey bu dilin ve kültürünün peşinde oluyor.
Bu yaz başında, Christophe Ono-dit-Biot’nun Yunanistan’da dünyadaki hiçbir yere bağlı olmayan ve âdeta zaman Bizans döneminde durmuş gibi yaşayan keşişlerin, manastırların olduğu Month Athos yarımadasını anlatan Trouver Refuge kitabı beni çok etkiledi. O bölgeye bu yaz bir seyahat gerçekleştirdik. Bu aralar yine o seyahatte Selanik’te ziyaret ettiğim Roma Dönemi’nden günümüze kalmış bir yapı olan Rotunda ile ilgileniyorum ve ona dair bir araştırma kitabı okuyorum.
Müzik olarak da Marina Spanou’nun sanki bir kitaptaki hikâyeleri seslendirirmiş gibi bestelediği anlatı-şarkıları çok etkiliyor. Tüm bunlar aslında bana hayatımda ilham verici; bir doku, nefes aldıran bir alt katman oluşturuyorlar.
Son olarak, “vitruta” ve “Good People” denince aklına gelenleri bizimle paylaşmak ister misin? Marka, semt, birey, renk, etkinlik—aklına ne gelirse.
“vitruta” ve ‘‘Good People’’ denince aklıma ilk olarak mutlu olmayı tercih eden, kendi dillerini yaratmaktan kaçınmayan, yaratma cesareti olan insanlar geliyor. Giritli Restoran’da mor salkımların altında Mayıs ayındaki etkinlikteki duygu o kadar kuvvetli ve umut vericiydi ki herkesin dans ettiği, rahat olduğu, ilk defa biraraya gelmiş birçok insanın, her masada koyu bir sohbete daldığı bir buluşmaydı.
Son olarak eklemek istediğim küçük bir detay ise, Pera’dakivitruta mağazasının bende başka bir yeri var sanırım. Neredeyse tüm toplantılarım, çalıştığım galeriler Pera civarında olduğundan, gelişlerimde bu mağazaya uğramayı, kendim için veya sevdiklerim için bir şeyler almayı çok seviyorum.
Elâ Atakan'ın çekimde kullandığı ve seçtiği ürünler için buraya tıklayabilirsiniz.