“The Luster” sergisi, vitruta Londra’da: Dijital Görünürlük Baskısı ve Arzu Üzerine
Yazı: Alara Demirel
8–15 Mayıs tarihleri arasında vitruta Londra’da düzenlenecek olan The Luster, dijital çağın görünürlük baskısını ve arzu biçimlerini merkezine alan bir grup sergisi.
Seçkinin kürasyonunu üstlenen Display Fever ise Londra’daki sanat sahnesinde erişilebilirliği sorgulayan, farklı ülkelerden gelen, çeşitli kültürel bağlamlara sahip kadın ve kuir sanatçılara görünürlük alanı açmayı amaçlayan bir sanat platformu ve çevrim içi galeri. King’s Cross’un ev sahipliği yaptığı bu sergi, Display Fever’ın fiziksel mekânda izleyiciyle buluştuğu ilk proje olma özelliğini taşıyor.
Hito Steyerl’in The Terror of Total Dasein başlıklı makalesinden ilhamla şekillenen sergi, dijital dünyada sürekli “orada bulunma” baskısına odaklanan bu metinden yola çıkıyor ve “görünürlük”le “arzunun” nasıl iç içe geçtiği sorguluyor.
Mekânda yer alacak işler heykelden seramiğe, giyilebilir parçalardan yerleştirmelere çeşitleniyor. King’s Cross’ta yer alan mağazanın mimari yapısı, yapıtlarla hem fiziksel hem duygusal bir karşılaşma alanı yaratıyor. Açılış etkinliğinde sanatçı Paola Estrella performans sergilerken, Mikrosono Radio Gallery de Gludo ve Naz’ın yer aldığı bir DJ set sunacak.
Yapıtları ve Display Fever’ın vizyonunu küratör Naz Balkaya ile konuştuk:

Sanat pratiklerini ve Display Fever’ı senin anlatımından dinleyelim mi?
Londra merkezli bir sanatçı ve küratörüm. Kingston School of Art’ta Güzel Sanatlar lisansımı (BA), Goldsmiths Üniversitesi’nde ise Küratörlük yüksek lisansımı (MFA) tamamladım.
Şu sıralar çalışmalarım ağırlıklı olarak heykel ve resim etrafında şekilleniyor; kimlik politikaları, feminist kuram ve kişisel deneyimlerin sosyo-politik yapılarla ilişkisi üzerine odaklanıyorum. On yılı aşkın süredir performans temelli bir sanat pratiğim oldu; bu süreçte Birleşik Krallık ve yurt dışında birçok sergiye katıldım. Bloomberg New Contemporaries seçkisine dâhil edildim ve Liverpool Bienali ile South London Gallery gibi mekânlarda işlerim sergilendi.
Sanatsal üretimlerimin yanı sıra, galeri deneyimlerim ve farklı işbirlikleriyle şekillenen bir küratöryel pratik geliştirdim. Bu çerçevede, başlangıçta on yedi sanatçıyı bir araya getiren çevrimiçi bir topluluk olarak hayata geçen Display Fever (DF) platformunu kurdum. Eylül ayında sergi programımızı başlattığımızdan bu yana DF, küratöryel çalışmalarımın odağını oluşturuyor.
DF, deneysel mecralarla çalışan genç bir sanatçı olarak kapitalist sanat piyasasının sınırlamalarıyla yüzleşme sürecimden ve başkalarıyla yaratıcı bağlar kurma isteğimden doğdu. Sadece bir platform değil, aynı zamanda bireyin “kendi ateşini” takip etmesini savunan; dış taleplere boyun eğmeden, kolektif bir üretim anlayışını benimseyen bir inanç sistemi. DF, özellikle çok disiplinli ve deneysel pratikler üreten kuir ve kadın sanatçılara odaklanıyor.
Son olarak, yakın süreçte arkadaşım müzisyen Ludovic Commanay ile birlikte bir radyo/galeri projesi olan Mikrosono’yu kurduk. Bu projede müzik ve görsel sanatları; kayıtlar, sergiler ve partiler aracılığıyla bir araya getirerek işbirliğine dayalı, deneysel bir üretim alanı yaratıyoruz.


Naz Balkaya
The Luster fikri nasıl var oldu?
Bence arzu kavramı, çağdaş kültürde bir tür sosyal güce dönüşerek hem duygusal hem de estetik anlamda, dijital ve fiziksel alanlarda dünyayla nasıl ilişki kurduğumuzu şekillendiriyor. Arzunun güçlü bir biçimi olan şehvet, yalnızca neye özlem duyduğumuzu ifade ettiğimiz değil, aynı zamanda başkalarının arzularına da sürekli maruz kaldığımız online platformlar aracılığıyla sürekli olarak icra ediliyor ve yeniden üretiliyor.
Hız ve görsel doygunlukla tanımlanan bir çağda dikkat süresi kısaldı ve bu durum özlem ile kurduğumuz ilişkiyi de daha yüzeysel ve geçici hale getirdi, bazen derinliğini ya da netliğini yitiriyor. Genellikle en cilalı hâlimizi sunuyor, kimliklerimizi yüzey ve anlık sunumlar üzerinden inşa ediyoruz. Bu durum yalnızca kendimizi nasıl gördüğümüzü değil, başkalarını ve çevremizdeki nesneleri nasıl algıladığımızı da etkiliyor; onları çoğu zaman parlak, arzu edilen sembollere dönüştürüyor.
Bu bağlamda, The Luster, arzunun ardındaki duygusal ve politik gerçekliği sorgulayarak bu dinamiği ele alıyor; aynı zamanda sanatçıların kendi arzularını ve özlemlerini derinlemesine keşfettiği, arzu estetiğini kişisel ve samimi bir mercekten incelediği işlere yer veriyor.
-
Paola Estrella
-
Faysal Altunbozar
Serginin çıkış noktalarından biri Hito Steyerl’in dijital varoluş üzerine yazdığı makaleler. Bu fikir, serginin kurgusunda ve işlerin seçilmesinde nasıl bir yol gösterici oldu?
Hito Steyerl’in The Terror of Total Dasein adlı makalesi, dijital görünürlük baskısının bireyler üzerindeki etkisini ve bunun bir tür performansa dönüşmesini ele alarak sergiye ilham kaynağı oldu. Bu fikir, sergide yer alan eserleri de etkiledi; sanatçılar, arzunun, kimliğin ve estetiğin sahneleme ihtiyacıyla nasıl biçimlendiğini sorguluyor.
Sergi teması, Steyerl’in dikkat çekici yüzeylerin kimliği hem cazip hâle getirip hem de nasıl gizleyebileceğine dair eleştirisini yansıtıyor. The Luster, arzuyu mutlak bir gerçeklik olarak değil, sürekli tekrarlanan bir performans olarak görürsek neyin ortaya çıkacağını soruyor.
Ayrıca sergi, bell hooks’un arzuyu yalnızca bir özlem değil; olasılık, bağ ve kırılganlık alanı olarak tanımlayan, onu samimi, güçlü ve çok katmanlı bir güç olarak gören bakış açısına değiniyor. Bu yaklaşım doğrultusunda sergi, kimlik ve özlemi giyilebilir ve dokunsal nesneler aracılığıyla açığa çıkarıyor. Sergideki yapıtlar, temsiliyet sınırlarını zorlayan ve arzunun hem çevresindeki sistemleri nasıl şekillendirdiğini hem de onlardan nasıl etkilendiğini araştıran mimari bir performans olarak ortaya koyuyor.
-
Ella Yolande
-
Ela Kazdal
Mekân, sergi kurgusunu nasıl etkiledi? Alanla işlerin kurduğu ilişkiye dair seni en çok etkileyen detay neydi?
vitruta’nın küratörlüğünü yaptığı mimari ve mobilyalara gerçekten dikkatli baktığınızda, arzunun ve özlemin fiziksel olarak ifade bulmuş hâlini hissediyorsunuz. Her şey özenle seçilmiş ve farklı tasarımcılarla yapılan işbirlikleriyle şekillendirilmiş; parlak yüzeyler ve dikkatle tasarlanmış formlar, arzunun fiziksel bir anlam kazanmasını sağlıyor. Bu, şehvet fikrine ortak bir yanıt gibi. Aynı zamanda mekânın ham, dokunulmamış alanları da bu deneyimin içine dâhil oluyor ve var olan ile performansı sergilenen şeyler arasında bir ilişki kuruyor.
Ben de bu karşıtlıktan yola çıkarak mekânın anlatısını genişletmek istedim: sadece mimari ve tasarımla ilişki kuran değil, aynı zamanda arzu edilen nesneler için bir yuva hissi veren mekâna özgü sanat işleri sectim. Böylece sanat ve tasarım arasında açık bir diyalog oluşuyor; farklı toplulukların ve yaratıcı pratiklerin kesiştiği bir buluşma noktası hâline geliyor.
Sergi, demin konuşmaya başladığımız gibi "dijital varoluş" teması ekseninde ilerliyor. Çeşitli kavramları sanatçılarla birlikte işlerken nasıl bir kürasyon yaklaşımı izledin?
Küratöryel pratiğimde genellikle o anda kişisel olarak sorguladığım bir bağlamı seçiyor ve bunu politik boyutlarıyla birlikte diğer sanatçıların bu kavrama nasıl yaklaştığıyla ilişkilendiriyorum. Her sanatçının kişisel anlatısı ve deneyimi üzerinden politik temaları araştıran işler seçmeyi seviyorum, bu da izleyicide düşünme ve diyaloğa açık bir alan yaratıyor.
Tema genellikle başlı başına bir soruya dönüşüyor; açık uçlu bir keşif, adeta bir performans gibi. Pek çok sanatçı gibi bizler de kendimizi dijital alanda farklı şekillerde sunuyoruz ve ürettiğimiz objeler çoğunlukla arzularımızı yansıtıyor. Bu sergi için izleyiciyi içeri davet eden, güçlü çağrışımlar taşıyan bir “gardırop” inşa etmek istedim içine girildiğinde sanatçıların son derece kişisel işlerinin deneyimlenebileceği bir alan. Her bir iş, anında tanınabilir bir obje ya da kimliğe sahip soyut bir form olarak karşımıza çıkıyor; aynı zamanda bu imgelerin arkasındaki mahrem arzuları ve bunların kimliklerimiz hakkında ne söylediğini sorgulamaya teşvik ediyor.
-
Damaris Athene
-
Dilara Koz
-
Inés Miño Izquierdo
Farklı şehirler ve kültürlerden gelen sanatçılarla birlikte ilerliyorsun. Ortak noktalarından biri ise Londra. O “farklı sesler” nasıl bir araya geliyor? Deneyimler nasıl çeşitleniyor ve bu seçkiye nasıl yansıyor?
Display Fever, kuruluşundan bu yana sanata uluslararası bir alan yaratmayı amaçladı. Londra, farklı seslere ev sahipliği yapsa da hızlı tempolu ve ticari sanat ortamı özellikle genç ve uluslararası sanatçılar için izole edici olabiliyor.
Brexit sonrası uygulamaların ve artan göçmenlik kısıtlamalarının ardından kültürel alışveriş her zamankinden daha acil bir ihtiyaç hâline geldi. Bu sergi, farklı şehirlerden ve kültürlerden sanatçıları bir araya getirerek Londra’yı ortak bir zemin olarak kullanıyor; arzu, kimlik ve görünürlüğün politik birleştirici gücü üzerine düşünmeye davet ediyor.
Dışlayıcılığın arttığı bir dönemde, bu çeşitli sesler sessiz bir direniş sunuyor ve yeni olasılıkları hayal edebileceğimiz bir alan açıyor.
The Luster, ziyaretçiye “bakış” (gaze) üzerinden hiyerarşik bir davette bulunmuyor. Doğası gereği ikili düzeni yıkıyor. Buraya gelen biri sence nasıl bir deneyimin içine girecek?
The Luster, ziyaretçileri bakmanın pasif ya da hiyerarşik olmadığı; aksine, samimi ve katmanlı bir deneyime dönüştüğü bir alana davet ediyor. İzleyiciyi uzak bir gözlemci konumuna yerleştirmek yerine, arzu ve kimliğin sabit değil; değişken ve derinlemesine kişisel olduğu duygusal bir yakınlık alanı sunuyor. Her bir yapıt, sanatçının kendi arzularına bağlı; özel bir gardıroptan ya da kişisel bir anıdan çıkarılmış sembolik objeler gibi.
Ziyaretçiler, sergi boyunca ilerledikçe yalnızca sanat yapıtlarıyla karşılaşmıyor; aynı zamanda kırılganlık, ve yakınlık alanlarına adım atıyorlar. Özne/nesne ya da izleyici/gözlenen gibi ikilikleri bulanıklaştırarak The Luster daha açık uçlu, duyusal bir karşılaşma imkânı yaratıyor; izleyiciler sunulan formlarda, materyallerde ve jestlerde kendi arzularının yansımalarını görmeye başlayabilirler.
-
Solanne Bernard
-
Lera Kelemen
Son olarak, Display Fever olarak böyle bir sergiden sonra hayal ettiğin yeni üretim alanları neler? Gelecek planlarından biraz ipucu var mı?
Display Fever, kolektif bir platform olarak başladı ve aynı ruhla büyümeye devam ediyor. Sonbahar programımızda da farkli küratörler ve mekânlarla birlikte mekâna özgü projeler ve etkinlikler geliştirmeyi sürdüreceğiz. Özellikle sergilerin genellikle yer almadığı alışılmadık mekânlarda işler göstermeye ilgi duyuyorum; bu da sanatın nasıl ve nerede deneyimlendiğini yeniden düşünmemizi sağlıyor.
DF’in temelinde, yakınlık, kolektif deneyim ve mental iyi oluşu teşvik eden bir manifesto olan feverism yer alıyor. Bu, iyi hissettiren mekânlar yaratmakla ilgili ikilikleri reddeden, daha akışkan ve kapsayıcı etkileşim biçimlerini teşvik eden bir yaklaşım. Bu manifestonun gelecekte de projelerimizin ötesinde yankı bulmasını umuyorum. İşbirliği, DF’in vizyonunun merkezinde yer alıyor ve önceliğim, bu ilişkileri geliştirmeye devam ederken mümkün olduğunca çok sanatçıyı desteklemek. Geleceğe baktığımda, bu değerleri somutlaştıran fiziksel bir mekân kurma hayalim var.