Good People of vitruta: Rânâ Uludağ

Good People of vitruta’nın yeni üyesi Rânâ ile tanışın! Plak şirketi yöneticisi Rânâ ile kayak yarışçılığı tutkusundan, davul ve perküsyonistliğe olan merakını; doğa, hareket ve müzik ekseninde ruhunu besleyen, içindeki keşfetme isteğinin peşinden koşan bir insan olmasını konuştuğumuz sohbet, aşağıda.

Rânâ, hoş geldin! Hep aynı soruyu sorarak başlıyoruz, o yüzden rutini değiştirmeyelim dedik: Seni tanımayanlara kendini nasıl anlatırsın? Rânâ Uludağ, kimdir? Nasıl başladı, neler yaptı, nasıl devam ediyor?

Bu soru cevaplaması epey zor bir soru. Sürekli dönüşen bir dünyam olduğunu söyleyebilirim. Profesyonel Alp Disiplini kayak yarışçılığı tutkumdan, davul ve perküsyonistliğe olan merakım; doğa, hareket ve müzik ekseninde ruhumu besleyen, içimde merak uyandıran her şeyin peşinden koşan bir insanım. Çalışmak, yaratmak, yeni şeyler deneyimlemek ve sosyal yardım ekseninde geziniyorum. Yer yer bazıları öne çıkıyor, bazıları geri planda kalıyor.

Müziğin hayatına girişini, davula başlama hikâyeni senin ağzından dinleyebilir miyiz?

İlginç bir şekilde, ritim ile olan bağım, yuvada darbuka dersi almamla başladı. Sonrasında uzun yıllar piyano dersleri aldım. Royal Academy of Music’in sınavlarına giriyordum. Ancak, evde sonsuz saatler boyu tencere tavalara vurmam nedeniyle, annem beni davul ile tanıştırdı 6. sınıfta. Sonrasında piyano ve davul arasında bir seçim yapmam gerekti: davulu seçtim. 

London College of Music’in davul sınavlarını bitirerek performans ve solfej sertifikamı aldım. Lisede Engin Gürkey Perküsyon Atölyesi’nde klasik, Latin ve Türk perküsyonu eğitimleri aldım. 15 yaşından beri sahneye çıkıyorum. Perküsyon kolektifleri, caz ve ardından indie-british jazz vibe’ına yöneldim. 

12 sene önce Palmiyeler’i kurduk. Şimdi çeşitli projelerde de performans gösteriyorum. Kendimi bir “kadın davulcu” olarak sektörde kabul ettirmem uzun yıllar aldı, bu oldukça zorlu bir mücadeleydi. Bu sebeple, şimdi müzisyen olarak görünürlüğümü kadınları sahnelere teşvik etmek için kullanmaya özen gösteriyorum.

Lisedeyken, hatta Gezinin ilk günlerinde Palmiyelerle kesişiyor yolun. Müziği, kariyerin hâline getirdiğin ilk anları ve sonrasında yoluna çıkanları anlat lütfen bize.

Palmiyeler ile tanışmam bir telefon görüşmesi vesilesiyle oldu. Lisede, dershanedeyken sırf dersten çıkmaya bahane olsun diye tanımadığım bir numarayı açtım. Telefonun karşısında Tarık (basçımız) vardı. “Biz bir garage rock grubuyuz, bize katılmak ister misin?” dedi. Ben de kabul ettim. 

O zamanlar Peyote’nin bir stüdyosu vardı Nevizade’de. Orada ilk provamızı yapmak üzere buluştuk ve ilk defa tanıştık. Meğer o gün Gezi Parkı’nın ilk günüymüş. Prova çıkışı kendimizi sokakta bulduk. Unutamayacağım ve hayatımı değiştiren günlerden bir tanesiydi kesinlikle.

Birkaç prova sonrasında bir süre hiç görüşmedik. Sonra, Mertcan bir gün telefon etti ve kayıt yapmak istediğinden bahsetti. Moda’da, şu an varolmayan Studio Bee’de Palmiyeler’in EP kaydına girdik. Çok iyi hatırlıyorum — kayak yarışçılığından kazandığım parayla stüdyo ücretine destek olmuştum. 

Kayıt sonrası, yine 2 sene hiç görüşmedik. Hatta dolandırıldığımı düşündüğüm birkaç an olmuştu. O dönemler, ben üniversiteye girmiş ve Pozitif’te Ahmet Uluğ’un stajyer asistanı olarak çalışmaya başlamıştım. Tam o sıralar, Mertcan beni aradı ve albümü yayınlamak istediklerinden bahsetti. Albümü yayınladık; bir hafta sonra, One Love 2014 için booking toplantısında, ilgili ekip Palmiyeler adında yeni bir grubun çıktığını beğendiklerini söylerken, utanarak benim de o grupta olduğumu söyledim.

Hayatımızın ilk konseri, One Love’ın ana sahnesinde oldu. Ve biz daha öncesinde hiç canlı çalmamıştık — hatta setlist’imiz konser verecek kadar uzun bile değildi. Çalışmalara başladık ve grubumuza ikinci gitaristimiz Barış Konyalı dâhil oldu. O günden bugüne 172 konser vermişiz; 45 şehir, 10 eyaletten oluşan 2 ABD turnesi ve 1 Avrupa turnesi… Anıları anlatmak için sayfalarca yazmam gerekir!

İstanbuldan New Yorka taşınıyorsun sonra. New York Üniversitesinde Müzik İşletmeciliği okumaya karar veren Rânâ’yı da merak ediyoruz.

2016 yılında, Millî Takım’ın üniversite olimpiyatları seçmelerinde ciddi bir sakatlık geçirdim. Çok uzun süre yatalaktım; yürümeyi yeniden öğrendim. Bu sırada hayatımın geri kalanıyla ne yapmak istediğimi düşünmek için çok vaktim oldu. Davul performans okumak yerine, sahne arkası ile ilgili müziğin başkentinde eğitim alma fikri oldukça cazip geldi.

Ancak üniversite not ortalamam — okula hiç gitmeyip bir yandan çalmam, bir yandan kaymam, bir yandan da Pozitif’te çalışmam nedeniyle — neredeyse NYU için yeterli değildi.

Yatalakken, not ortalamamı yükseltip başvurdum ve kabul edildim. New York’ta müzisyenliğim biraz daha geri planda kaldı. Festival prodüksiyonu, müzik dağıtım (music distribution), mekân kiramala (venue booking) alanlarında stajlar yaptıktan ve tezimi yazıp mezun olduktan sonra, Meta’ya Music Partnerships Manager olarak girdim. Açıkçası, rüya gibi bir işti. Kuzey ABD marketindeki bütün yıldız isimlerin dijital aktivasyonlarını yöneten 7 kişilik takımın içindeydim. Müziğin, kurumsal hayat ile buluştuğu şaşalı hayat haz verse de, müzikten çok uzak kaldığıma karar kılıp 2021 yılında istifamı verdim; Palmiyeler’in West Coast turnesini yaptık ve Covid ile beraber Türkiye’ye döndüm.

Yolculuğunun Omni Sounda vardığını biliyoruz. Neler yapıyorsunuz, “Üzerinde çalışmadan edemiyorum,” dediğin bir projeniz var mı?


Türkiye’ye dönmemle birlikte Ahmet Uluğ ile yeniden iletişime geçtik. Meta’dan çıktığımı duyunca, aklındakileri konuşmak üzere buluştuk ve Omni Sound adındaki bağımsız plak şirketini kurduk. Şimdilik 4 tane yayımımız var. Hepsi birbirinden özel. 

Her yayımın bir hayat döngüsü oluyor; o bitince “Şimdi ne üretsek, kimle çalışsak?” diye kulaklarımızı kabartıyoruz bütün dünyaya. Bu hayal kurma evresi her zaman çok heyecanlı. Proje başlayınca ise bir maraton gibi ilerliyor her şey. Plak yayımcılığının çok fazla kolu var ve hepsini aynı anda, doğru strateji ile yürütmek oldukça emek ve dikkat gerektiren bir iş. İlk plağımız Living Sky - Sun Ra Arkestra directed by Marshall Allen, kesinlikle en heyecan verici projemizdi. Dünyada, o senenin ilk 10 caz plağı arasına girdi. The New York Times, The Guardian ve Pitchfork gibi önemli mecralardan sınıfı geçti. Bu üretimin, hayal, kayıt, üretim ve distribisyon aşamasına kadar her alanında produktörlüğünü yapmak hayatım boyunca unutamayacağım bir deneyim. 

İstanbula, belki de Peraya geri döndürüyorum rotamızı: Şehir seni nasıl besliyor bu aralar? Mesela sahne almayı en sevdiğin yerler nereler, özel bir nedeni var mı?

Cihangir’de yaşamaya ve mahalle ruhuna bayılıyorum. Her gününü üretmeye ve kendini geliştirmeye harcayan dostlarımla geçirmek çok ilham verici. Bu kadar yetenekli ve kendi sektörlerinde tabuları yıkan arkadaşlarım olması beni epey besliyor. 

Sahne almayı en sevdiğim yer kesinlikle Salon İKSV — orası artık ev gibi. Palmiyeler ve Salon İKSV karşılıklı olarak birbirine çok bağlı. Geçen kış Salon İKSV’nin de tarihinde ilk olan 18 yaş altı konser serisinin birincisini gerçekleştirdik. Çoğu katılımcının hayatında gittiği ilk konsermiş. Buna aracı olmak ne büyük bir gurur.

Bir dinleyici olarak ise Frankhan’ın da yenilikçi booking’leri sayesinde İstanbul, uzun zamandır hasret kaldığı müziklere yeniden — ve bazı zamanlar ilk defa — kavuşuyor. Özellikle böyle bir devirde yaptıkları işi takdir etmemek mümkün değil. Deniz Kuzuoğlu ve Emre Garan’a selam olsun!

Sana ilham verenleri merak ediyoruz: Neleri dinlemeyi, incelemeyi, izlemeyi, okumayı seviyorsun bu aralar?

NTS Radio, BBC Radio 6 ne dinleyeceğimi bilemediğimde sığınma alanlarım. Isaiah Collier, Immanuel Wilkins, Brandee Younger, Andre 3000, Aja Monet, Misha Panfilov, Carlos Nino, Shabaka, Valentina Magaletti, Khalil El Zabar, Makaya McCraven… BadBadNotGood’un yeni albümü! Say say bitmez ama ilk aklıma gelenler bunlar. 

The Greatest Night in Pop’tan bayağı etkilendim; Quincy belgeselinden de. Film olarak Sibyl ve Anatomy of a Fall, Passages ve Perfect Days, yeni izleyip beğendiklerimden.

Bu ara çok kitap okumaya vaktim olmuyor ama son okuduklarımdan en beğendiklerimi sıralayayım: Ursula K. Le Guin’den Başlangıç Yeri, Kim Gordon’dan Girl in a Band, Etel Adnan’dan Shifting the Silence. Ayrıca Loft Caz ve The Wire’ın sıkı takipçisiyim. 

Son bir sorumuz daha var: vitruta” ve Good People” denince aklına gelenleri bizimle paylaşmak ister misin? Marka, semt, birey, renk, etkinlik—aklına ne gelirse.

“vitruta” denince aklıma komünite hissiyatı, şahane ürün seçkisi, yenilikçi bakış açısı, çok tatlı bir ekip ve insanı içeri davet eden dükkânlar aklıma geliyor. Renk olarak da… yeşil!

Rânâ Uludağ'ın çekimde kullandığı ve seçtiği ürünler için buraya tıklayabilirsiniz.