Good People of vitruta: İpek Şensılay
Good People of vitruta’nın yeni üyesi İpek Şensılay! İpek’le şimdiye kadar en çok Cankurtaran’daki favori yerimiz Giritli’de, Tophane’deki Yazıcızade Binası altındaki vitruta mağazasında ve de Urla’da çokça zaman geçirmiş, dostluğumuzu pekiştirmiştik. Bu kez bir değişiklik olsun dedik ve İpek’i Pera’ya Comedus’a davet ettik. Hem güzelce sohbet ettik hem Comedus’un tam karşısındaki mağazamızı gezdik hem kışın ortasında yakaladığımız güneşli havanın keyfini çıkardık Pera sokaklarında. Çok keyifli sohbetimizden siz de aynı keyfi alırsınız umarım.
İpek hoş geldin. Seni Good People of vitruta’yı takip edenlere tanıtalım. İpek Şensılay kimdir? Neler yapıyor, nasıl başladı, nasıl devam ediyor?
Merhaba! En zor soru da bu benim için. O kadar çok iş deneyip farklı alanlarda çalışıp sonunda istediğim işi buldum ki nasıl özetlesem? Düşününce küçükken ne istediğim konusunda daha netmişim. :) İtalya’da güzel sanatlar okuyacağım diye kafaya koymuş, İtalyan Lisesi, ardından da Bologna Dams’a görsel sanatlara girmiştim. Çıktığımda ise ne yapacağımı bilemeyen bir halde önce görüntü yönetmenliği için sinema bölümüne devam ettim. Operada rejisör yardımcılığı yapmıştım ve bu büyülü dünya beni çok çekiyordu; sahne sanatlarına, kamera arkasına yönelme isteğim vardı. Ama üniversitedeyken cep harçlığı olsun diye yaptığım ufak tercüme işleri yolumu MSA ile kesiştirdi ve Marchesi’nin yemek okulu Alma’da Türk öğrencilerin tutoru oldum bir anda. Gerçi annemin restoranı olduğu için bir yandan bu iş de kanımda vardı. “Tamam!” dedim, “Kariyerimi bu alanda geliştirip okuduğumla birleştireyim”. Food styling’e yöneldim, sonra Türkiye’ye dönünce biraz da kurumsal tecrübe mi edinsem derken çok uluslu büyük bir firmada Marketing bölümüne girdim. Bir sürü farklı alanda bir sürü işi deneyip hala beni mutlu eden işi bulamamış bir şekilde kurumsal hayattan kaçıp, bir ara verip, içimi dinleyeyim derken hobimden işim kendi kendine oluştu. Yine İtalya’ya döndüm, Treviso’da moda ve tasarım okuduktan sonra takı tasarımcılığına ve sadekarlığa yöneldim. Burada iyiyim artık. :) Sevdiğim işi yaparak vaktimi yaratıcı olabildiğim bir alanda kullanıyorum. Ürettiklerimle özel siparişlerini gerçekleştirdiğim kişileri mutlu etmek çok başka bir tatmin ve mutluluk. Hayattaki nihai amacımız da mutlu olmak ve mutlu etmek değil mi zaten? Uzun bir yol oldu ama varış noktası çok güzel oldu.
Bize Breeze of Greece’ten bahsetmek ister misin?
Yunanistan’da bir evimiz vardı ve sık sık oraya gidiyorduk. Kurumsal hayattan çıktığım dönemde bir es vereyim diye yine gitmiştim. Çocukluğumdan beri sahillerden çakıl taşları, lodos tahtaları, deniz kabukları toplarım. O yaz ilk hocam Constantinos’a bu sahil ganimetlerimle takılar yapmak istediğimi anlattım. Değerli taşlarla, altınla çalışan bir kuyumcu olduğu için masasına ona göre ‘çer çöp’ koyup “hadi takı yapalım!” dediğimde bana deli demişti tabii. :) Sonra fikir onun da hoşuna gitti. İlk başta ben tasarlıyordum, o takıya dönüştürüyordu. Sonra bana da öğretir misin dedim ve çok zevk aldığım için hızlıca öğrenmeye başladım. Daha sonra da Kapalıçarşı’da sadekar ustaları izleyerek gelişti. Her şey Yunanistan sahillerinden başladığı için markama ‘Breeze of Greece’ ismini verdim. Taşlarla birlikte sahile vuran çöpleri de topladığım ve eski takıları eritip dönüştürerek çalıştığım için markamla birlikte bir çevre projesi gelişti bu arada kendiliğinden. Hollandalı partnerim Ellis ile ‘Breaking a Bag Habit’i kurduk, yabancı bir fon desteği alıp çocuklarla çevre kirliliği hakkında farkındalık yaratma amaçlı atölye çalışmaları yapmaya başladık. Pandemi biraz sekte vurdu ama o projem de devam edecek. Hedefim daha sürdürülebilir üretimle ileri dönüşüm takılar üretmek. vitruta’yı da sürdürülebilirlik programı ve duyarlılığı için ayrıca seviyorum zaten. :)
Tasarımlarını yaparken sana ne ilham verir peki?
Aslında her şey diyebilirim. Gözüme estetik gelen, anlatılacak bir hikayesi olduğunu düşündüğüm her tür obje. Şu an üzerinde çalıştığım koleksiyon Kapalıçarşı’nın duayen halıcılarından kıymetli bir ağabeyimin 80-100 yıllık çullarından çıkan parçaları yeniden değerlendirip takı haline getirmek mesela. İleri dönüşüm hedeflerim için de güzel bir ivme oluyor bu koleksiyon. Karaköy’de Çeçeyan Han’ın duvarlarından esinlenip saç tokaları ürettim. Yani bir tekstil parçası, bir deniz kabuğu, mimarisinden etkilendiğim bir binanın cephesindeki süslemeler, gezdiğim bir müzede gördüğüm tarihi bir eser, bazen sadece renkler, desenler, dokular… Her şey ilham veriyor. Mitoloji, masallar ve tabii ki hepimiz için en büyük ilham kaynağı doğadan esinleniyorum.
Bir taraftan markanın isminde de geçiyorken Yunanistan’ın –hatta belki Girit’in- sendeki yerini sormadan olmaz tabii?
Yunanistan ikinci evim. Zaten çok uzun yıllar bir evimiz de Dedeağaç’ta idi. Annemin baba tarafı Girit asıllı. Yunanistan’da görmediğimiz çok az yer kaldı diyebilirim ama tuhaftır ki Girit’e hiç gidip görmedik. Bilemiyorum nedir bizi oradan uzak tutan şey. Belki duyarak büyüdüğümüz o göç hikayeleridir. Annemin restoranında fonda inceden çalan rembetiko ile kadeh kaldırdığımız, tam olarak neye olduğunu anlamadığım bir nostalji… Bilmesem de aile yadigarı bir şeyleri çağırıştırıyor içimde. Paralel dünyada devam eden bir hayatımız da orada sanki. Bir tarafımda yaşıyor Girit, bir tarafım ise o hikayedeki evi artık bulamayacağız nasılsa, oraya da turist gibi gitmek istemem diyor. Reha Muhtar’ın o garip sözü vardı ya “her nerede yaşıyor ve yaşatılıyorsan…” diye. Onu uzun yıllar yurtdışında yaşayınca idrak ettim. İçimizde yaşattığımız vatanlar, evler olabiliyormuş.
Kurumsal hayattaki tecrübeni, tasarımcılığını konuşmuşken bir taraftan İpek Şensılay’ın gastronomi dünyasıyla olan bağı, ilgisi ve hakimiyetini de konuşalım bence?
Yemek kültürü hep hayatıma etki etti aslında. Hep uzun sofralar kurulurdu evimizde. İlla içeriğinin zengin olması anlamında değil, ama çok çeşitli, özenli hazırlanmış yemeklerle donanırdı soframız. Ve onun başında her tür durumda toplanmak önemliydi. Anneme hep anlattırırım mesela, büyük dede vefat ettiği gün onun en sevdiği yemeği yapmak için 13 kiloluk bir kırlangıç balığı almışlar. Annemle kuzeni kendi boylarındaki bu balığı çekeleye çekeleye yokuştan peşlerinde kedi sürüsüyle çıkmışlar eve. Matemle değil de şenlik gibi dedenin en sevdiği yemekle ve rakıyla anıp uğurlamışlar onu. Yemek hayatın çok içinde, onu şekillendiren bir kültür, ortak miras bence. Alma’da çalışırken yemek tarihi ve kültürü dersleri görünce iyice anladım ki sosyolojik olarak da yemeğimiz bizim kim olduğumuzu çok net anlatıyor. İtalya’da Türk önyargısı taşıyan arkadaşlarım oldu, onları evime bir yemeğe davet edip Türk yemekleri pişirip ağırladıktan sonra hemen kırılıyordu ama tabii ki. Yemek çok birleştirici bir şey. Herkesin konuşabileceği ortak bir dil. Aile restoranımız Giritli’de o gün kim uğradıysa hep beraber otururuz. Normalde tanışmayan kişiler başka şartlarda öyle paylaşımlar yapamaz, ama bir sofra başında hemen ahbap olunur işte. Ben de Giritli’de zaman zaman çalışıyorum, ama restorancılık kısmı değil de asıl yemekte de tasarım kısmında, müşterilerimizin isteklerine özel catering hizmeti kısmında, özel davetlerde yardımcı olmayı çok seviyorum.
Cankurtaran çok başka bir semt gerçekten, uzun süredir de hayatında olan hepimizin gidince çok sevdiği ama senin kadar tanımadığımız, eski İstanbul’un buram buram hissedildiği bir mahalle. Bir taraftan tasarımcı kimliğin seni İstanbul’un Kapalı Çarşı’sına da taşıdı zaman içerisinde. Senin için ne ifade ediyor İstanbul’un o bölgesi, tarihi yarım ada?
Cankurtaran çok eski bir İstanbul semti. Orada yaşayanların çoğu nesillerdir aynı evde yaşıyorlar. Mesela dükkanımızın karşı komşusu Oya Hanımlar’ın soyadı o caddeye verilmiş. Her ne kadar dağılmış da olsalar hala birçok Roman müzisyen aile semtte yaşadığı için yolda yürürken kulağınıza bir ezgi çalınabiliyor, kına düğün mahalle aralarında yapılmaya devam ediyor. İnsanlar hava güzelse dışarıda, evlerinin önünde sokakta oturuyor, mahallenin büyükleri kerahat vakti terzi abimizin evinin önünde toplaşıp demlenirken farklı politik düşüncelerde de olsalar memleketi konuşuyor, muhtar fotokopi çekiyor. Zengin bir mahalle değil ama dünyanın en büyük zenginlikleri üstünde oturuluyor. Kimi evlerin altından Bizans kalıntıları çıkıyor. Bizim restoranın bahçesini çeviren duvarlar da tarihi surlar aslında. Daha sonra da bahçemiz sarayın aşevi olmuş ve o zamandan beri hep yemek sunulmuş o avluda. O yüzden belki de bereketi…
Tarihi yarımada çok başka. Evet diğer semtler de İstanbul’da belki, ama İstanbul tam anlamıyla sadece orada.
Peki bir cumartesi günümüzü çıkıp yürüyerek Tarihi Yarımada’da geçirelim desek bize hangi restoranları, cafeleri, mağazaları, kitapçıları, dükkanları önerirsin? Nasıl bir rota çıkarırsın?
Gülhane Parkı’ndan geçip Soğukçeşme Sokağı’na vardık mı adeta bir dönem filminde buluyoruz kendimizi. Çok etkileniyorum o sokaktan. Keşke tüm evler öyle restore edilmiş olsaydı… Bir de trafiğe kapalı olması çok hoşuma gidiyor. Oralarda dolanıp İstanbul Arkeoloji Müzeleri’ne gitmek, hem o muazzam bahçesinde oturmak hem de bence dünyanın en önemli ve etkileyici koleksiyonlarından bir kaçına bakmak ruhumu besliyor. Sonra yavaş yavaş Topkapı Sarayı’na doğru ilerlerim, birinci avlusunda yer alan Aya İrini’ye uğrarım. Bildiğim kadarıyla Bizans İmparatorluğu’nun İstanbul’da ilk inşaa ettiği kiliseymiş. Kutsal barış anlamındaki ismi de sarayın içinde aynı şekilde muhafaza edilmiş olması da Osmanlı geleneğinin hoşgörüsünü yansıtması bakımından çok etkiler beni. Hele ki orada bir konsere denk gelirseniz mutlaka gidin. O ambiyansta özellikle klasik müzik dinlemek bambaşka oluyor. Sonra oradan yürüyerek Çemberlitaş’a doğru giderim, Peykhane Caddesi’nden inerek Şerefiye Sarnıcı’na uğrarım. Bu kadar etkileyici olup da Yerebatan ya da Binbirdirek kadar çok bilinmemesine şaşıyorum. Sonra Giritli’ye doğru giderken yolumu eski bir cezaevinden otele dönüştürülen ilginç hikayeli Four Seasons’ın oraya çeviririm. Sağda içinde 1800 yıllık Bizans kolonları olan The Columns Mehmet Çetinkaya Gallery’e giderim. İçinde resmen hazineler saklı! The Four Seasons’ın karşısında saray mozaikleri müzesine uğrarım arada ve oradan bence Sultanahmet Camii’nin en güzel gözüktüğü noktadan biraz onu seyredip aşağı sahile doğru inerim.
Bir değişik rotam da Peykhane’ye doğru yönelmeden soluma Ayasofya’yı sağıma Sultanahmet Camii’yi alıp aşağı dümdüz inerken soldaki ilk arada yer alan İstanbul Sanatları Çarşısı’ndan geçer. Orada da çok güzel sanat kitapları bulurum. Avlusunda özellikle sonbaharda oturmaya bayılıyorum. Düşen rengarek yaprakların içinde oturup bir bitki çayı yudumlarken aldığım bir kitabı karıştırmak beni başka bir zamana götürüyor. Hem de avluya bakan birçok küçük atölyede çeşitli el sanatları icra eden sanatçılarla birebir tanışıp ürünlerinden alabilirsiniz. Ve belki sonra Sultanahmet Camii avlusundaki o binlerce yıllık çınarın tarihte neler etanıklık etmiş olup da orada hala dimdik duruşunu izlersiniz. Bir de tamamen harap halde ve hiçbir yazılı açıklaması olmayan kime sorduysam öğrenemediğim bir eski sarnıç yapısı var At Meydanı’nda yılanlı sütunun karşısında. O da alttan İbrahim Paşa Sarayı ve Yerebatan Sarnıcı ile bağlanıyormuş. Asıl merak ettiğim görmediğimiz, altta yatan İstanbul. Muhtemelen çok büyük bir zenginlik de ayaklarımızın altında yatıyor. Her gün bilmeden üstünden yürüyüp geçiyoruz binlerce medeniyet kalıntısı eserlerin. İstanbul çok başka, yegane, biricik… Bilgimi arttırıp güzel bir Yarımada ve Kapalıçarşı turu düzenlemek istiyorum. Belki bir gün hep birlikte gezeriz. :)
Son dönemde neler izleyip, okuyorsun, dinliyorsun peki?
Ütopya ve distopya arasında hep çok ince bir çizgi varmış gibime geliyor. Ütopik olmasını beklerken distopik bir düşünce deneyine dönüşen bir film izledim son dönemlerde ve senaryosundan çok etkilendim. Sınıf farklılıkları, sosyal avantaj/dezavantajlar, insanın nefsi ve hırsları ile etik olanı yapma arasında bıçak sırtı gezinmesini çok çarpıcı bir şekilde yüzümüze vuran sert bir film El Hojo (the platform). Yine başka bir distopik film The Social Dilemma da etkiledi beni. Modern hayatı nasıl şekillendireceğiz ve teknolojiyi nasıl insan yararına kullanıp bundan faydalı çıkabileceğiz acaba diye düşündürttü.
Bu ikisinden sonra bir kaç tatlı önerim olsun bari değil mi? :) Yönetmen Agnes Varda ve fotoğrafçı/duvar sanatçısı J.R.’ın Fransa’nın kırsalında çektiği çok samimi bir belgesel Faces Places adında. Animasyon olarak da Soul bu dünyadaki kısıtlı vaktimizi severek yapacağımız bir iş ve tutkumuzla geçirerek dolu dolu yaşama konusunda çok sıcak bir motivasyon filmi.
Dizi olarak Succession’a yeni başladım ve hızlıca sardı. Son dönemlerde Kulüp’ü konuştuk sık sık, kesin duymuşsunuzdur, ama hala izlemeyenlere öneririm onu da. Biraz eski ama Lilyhammer’ı da yeni keşfettim, birkaç bölüm sonra çok sardı o da. :)
Berrak Yurdakul’un tüm kitaplarını öneririm. Storytel’de onun etkikeyici sesinden dinlemek de çok hoş oluyor. Kitaplar konusunda Eylül Görmüş’ü takip etmenizi öneririm. Sayesinde müthiş kitaplar keşfettim. YouTube’da Kafa TV hesabında hem Eylül Hanım’ı hem de Zafer Algöz’ü takipteyim.
Podcastler var bir de… Çalışırken sürekli dinliyorum. Nilay Örnek’in Nasıl Olunur podcasti, Deniz Yüce Başarır’ın ben okurum podcasti, Evrim Kuran’ın podcastleri, podfresh Sokaktan Kulağa sayesinde de çok güzel işler yapan farklı kişiler keşfedebiliyorsunuz. Judith Liberman’ın podcastinde masallarını dinlemek hoşuma gidiyor. Hala masal dinlemeyi seviyorum! :) İtalyanca bilenler için Felteinelli’ninkini öneririm. Ustaları anma kuşağı… Doğan Cüceloğlu ve Ferhan Şensoy’un podcastlerini dönüp tekrar dinleyebilirsiniz.
Müzik olarak sözsüz, minimal elektronik müziklere takıldım bu ara. Spotify’da güzel bir abstract hip hop & Lo-fi playlisti var, o da çalışırken fonda güzel akıyor.