Good People of vitruta: Cansu Akın

Röportaj: Alara Demirel

Cansu Akın’ın vitruta’yla yolu, 2014’te sırtına taktığı bir Kånken çantasıyla kesişti. Moda, tasarım, seyahat ve müziğin hayatındaki yerini paylaşarak içerik üretmeye başlayan Cansu, yıllar içinde neyi sevdiğini bilen, sezgilerine güvenen ve kendi tarzını kimseye benzemeden kuran biri olarak dijital dünyada kendine özgü bir yer edindi. Jeoloji Mühendisliği’nden gelen analitik düşünme biçimini bile bu üretim sürecine dâhil ederek, sadece göze değil zihne de hitap eden işler ortaya koyuyor.

Bir Radiohead konserinde ya da vintage bir Mickey figüründe, bazen de Comedus’ta edilen bir sohbette yakalanan ilhamla şekillenen bu üretim tarzı; son 11 yılda Cansu’nun kendi dönüşümünü yansıttığı bir hikâyeye dönüştü. Onun vitruta’yla yıllara yayılan dostluğu, üretim sürecine yaklaşımı ve kişisel stiliyle kurduğu duygusal bağ bu röportajda seni bekliyor.

Cansu, hoş geldin. Hep aynı soruyla başlıyoruz, o yüzden rutini bozmayalım: Seni tanımayanlara kendini nasıl anlatırsın? Cansu kimdir? Nasıl başladı, neler yaptı ve şu anda nasıl devam ediyor?

Cansu; 1991’in Eylül ayında doğmuş; 6 yaşında İstanbul’dan önce İzmir sonra Marmaris’e taşınmış, çocukluğunun büyük kısmını o tatlı küçük sahil şehrinde geçirmiş; lisede tekrar İstanbul’a dönmüş, üniversitede Jeoloji Mühendisliği bölümünü tamamlayıp—akademide devam etmeyi düşündüğü sırada—liseden beri aklında olan, bir yandan da kendine ait zevkleri ve ilgi alanları olan ve mühendislik hayatına girerken hobi olarak hayatından bazı anları paylaşmaya başlamaya karar vermiş. Şimdi burada! Ve kendinden üçüncü tekil şahıs gibi bahsetmeyi buraya kadar sürdürebildi.

Kendime ait olabilen, sevdiğim her şeyi etrafımla paylaşmayı her zaman çok sevdim. İlham vermek kadar ilham almayı da sevdiğim için, beni neyin beklediğini çok da tahmin etmeden; filtresizce, heyecanlandığım hikâyeleri, fotoğrafları, sanatı, stilleri ve hayatın içinde olan her şeyi takip etmek, araştırmak ve paylaşarak başladım bu işe.

Bana ilham veren şeyleri bazen yazarak, fotoğraf veya videolarla anlatarak, bazen de sadece anılar biriktirerek ifade ettim sanırım. Ve bunu çok amatör bir şekilde yapmaya başladım. Bu süreçte, ortak ilgi alanlarımız ve tutkularımız sayesinde biraraya geldiğimiz insanlarla dijital dünyada bir bağ kurduk.

Belki yüz yüze hiç tanışamayacağımız insanlarla burada kesiştik. Bu yolculuk da yıllar içinde kendiliğinden büyüdü. Ben de son 11 yıldır, kendi gelişimimi ve dönüşümümü yansıttığım bir hikâye bıraktığımı düşünüyorum. Farklı mecralarda, farklı şekillerde—her zaman kendime yakın hissettiğim bir dille, kendim olarak ve kendi tarzımla tabii ki.

vitruta ile yolların aslında vitruta’dan da önce kesişiyor aslında. 2014’te Selçuk’la tanışıyorsun, o dönem Kånken çantanı alıp kendiliğinden bir “Kånken insanı”na dönüşüyorsun ve bu da sizi biraraya getiriyor. Sonrasında Cheap Monday işbirliği için bir Stockholm macerası, Comedus ve Aheste buluşmaları derken, bugüne uzanan bir bağ kuruluyor. Süregelen bu ilişkinin senin için nasıl bir yeri var?

Tabii, o günleri çok iyi hatırlıyorum. 25 yaşında, sırtında Kånken’i; sosyal medyanın gücünü, evrildiği veya evrileceği hâli henüz kavramaya çalışan iki farklı insan olarak biraraya geldik—ve geliş o geliş! Yine ortak zevklerimiz bizi kesiştirmişti Selçuk’la.

Tanışır tanışmaz kaynaştık, o günden beri de hiç kopmadık; hayatlarımızın her döneminde birbirimize destek olup yaptığımız işlerle gurur duyduk. Sektörlerimiz ayrı kulvarlarda da olsa beraber büyüttük; birlikte Stockholm’de inanılmaz güzel vakit geçirdik. Ve bugün de bu şekilde devam ediyoruz. Kısacası profesyonel bir buluşma, hızlıca bir dostluğa dönüşmüştü ve bir süre sonra
kişisel hayatlarımızda da önem verdiğimiz insanlar hâline gelmiştik.
Benim için yeri çok ayrı; çalışkanlığı, vizyonu, pozitif duruşu, her biraraya gelişimizde bana kattıkları, onu kalbimde çok ayrı kılar. Bu dostluğu besleyerek sürdürdüğümüz için çok ama çok mutluyum.

vitruta’nın bugün geldiği yeri düşününce Comedus’ta kurduğumuz hayaller ve planlar bir bir nasıl gerçek olmuş diye bakıp karşılıklı seviniyoruz bence. Good People fikrini yıllar önce beraber konuştuğumuzu hatırlıyorum ve bugün buradayız. Çok heyecanlı!

Jeoloji Mühendisliği ve içerik üretimi bambaşka dünyalar gibi görünüyor ama bazen tahmin etmediğin şeyler birleşir. Senin için bu iki alanın beklenmedik şekilde kesiştiği anlar oldu mu?

Bazen, mühendis arkadaşlarımla da konuşurken fark ediyorum ki aldığımız eğitim aslında hayatın her alanında düşünme biçimimizi etkileyen bir temel oluşturmuş. Mühendisliğin doğası gereği, her şeye farklı açılardan bakmayı öğreniyoruz ve bu, benim içerik üretim sürecimde de kendini gösteriyor diye düşünüyorum.

Bir içerik üretirken ya da paylaşmak istediğim bir fikri yansıtırken, etapları birçok farklı aşamadan geçirerek en mantıklı ve verimli hâle getirmeye çalışıyor olabilirim. Bunu tamamen bir kreatif süreç olarak ele alıyorum ve ortaya çıkarmak istediğim fikri hem görsel hem de dijital dünyaya aktarırken zihnimde bambaşka kapılar açılıyor. Bu süreç, beni hayatımda da en çok besleyen şeylerden biri. Dolayısıyla aldığım eğitimin, düşünce yapımda ve çalışma biçimlerimde nasıl kesiştiğini zamanla daha iyi anlıyorum.

Öte yandan, bölümümü gerçekten çok severek okudum ve hatta mezun olduktan hemen sonra mesleğimle ilgili çalışmalar yaptım. Hâlâ değerli hocalarımla biraraya gelip onların yaptığı araştırmaları dinlemeyi çok kıymetli buluyorum ve güncel gelişmeleri paylaşmaya gayret gösteriyorum.

Dünyaya ve doğaya farklı bir gözle bakmama sebep olan bu mesleği, hocalarımın da isteklerimi kırmamasıyla, insanları deprem konusunda bilinçlendirmeye çalışmak için de kullanmaya çalıştım elbette. Son olarak, hep söylediğim gibi, seyahat etmeyi çok seviyorum ve özellikle bu esnada gördüğüm doğal kaynakları ve mimari yapıları incelemek bu anlamda benim için ayrı bir keyif.

“pineapplepieblog”dan bugüne, hem internet hem de senin üretim biçimin değişti. Şimdi içerik üretirken, eskiden farklı olarak neye daha çok kafa yoruyorsun, neyi daha az umursuyorsun?

Eskiden yaşadığımız o ilk heyecanla, bugünün tecrübesini birleştirebilseydik ortaya hayal edemeyeceğimiz şeyler çıkardı diye düşünüyorum. Mesleğime ve yaptığım işe dair heyecanım ilk günden beri hiç kaybolmadı. Yolda öğrendiğim çok fazla şey oldu çünkü her gün farklı projelerde, farklı insanlarla çalışıyorum ve bu süreç bana sürekli yeni şeyler katıyor. Yaptığımız iş, dışarıdan aynı gibi gözükse de aslında hiçbir zaman kendini tekrar etmiyor ve ben de kendimi tekrar etmemek için bilinçli bir çaba harcıyorum.

Son dönemde özellikle fotoğraf ve video üretim süreçlerine daha fazla kafa yoruyorum. Daha güçlü kurgular yaratmak, görsel dünyada kendimi daha iyi ifade edebilmek ve bu alanda gelişmek benim için önemli hâle geldi.

Öte yandan, zaman geçtikçe bazı şeyleri daha az önemsemeyi öğreniyoruz ama bir yandan da günümüzde söylenen her şeyin farklı yerlere çekilebildiği, en ufak bir ifadenin bile yanlış anlaşılabildiği bir ortamda, bazen kendimi elbette sıkışmış hissediyorum. Tabii ki tüm bunları öngöremedim sektöre girerken. Bu da bugün kendimi ifade ederken daha fazla düşünmeme, hatta zaman zaman fikirlerimi kendime saklamama sebep olabiliyor.

Geçmişte dijital üretimlerini daha küçük ekiplerle ya da tek başına süreçlerle ilerlettiğini tahmin ediyoruz. Şimdi daha büyük bir prodüksiyon sürecinin içindesin. Kendi başına üretmekle ekip çalışması arasında en büyük fark ne oldu? Yaratıcı sürecin nasıl değişti?

Her şeyi tek başına üretmek inanılmaz geliştirici ve öğretici bir süreç; o dönem kendime çok şey kattığımı söyleyebilirim. Ajansların, menajerlerin, henüz sistemin oturmadığı bir dönemdi. Ancak bir noktadan sonra, tüm detayları en ince ayrıntısına kadar tek başına üstlenmek yıpratıcı olabiliyor. Sürekli farklı işlere bölünmek, yaratıcı tarafını ihmal etmene, kendini tekrar etmene neden olabiliyor.

Büyük prodüksiyonlarla ve ekiplerle çalışmak bu anlamda hem güven verici hem de konforlu. Ama benim için en önemli şey, kendi işimin içinde olmaya ve katkı sağlamaya devam edebilmek. Yani aslında her işe kendi “sosundan” ekleyebilmek. İşini bilen insanlara teslim olmak çok kıymetli ama bir taraftan fikir alışverişi yaparak, ortak kararlar alarak ilerlemek sanıyorum ki çok daha sağlıklı. Aksi hâlde, anlatmak istediğim hikâyeden uzaklaşma riski oluşabiliyor.

Bu yüzden ekiplerle çalışmanın sağladığı konforu seviyorum ama aynı zamanda projenin her aşamasında fikirlerimi paylaşmayı, beraber düşünmeyi ve üretmeyi çok seviyorum. Böylece beraber hayaller kurup gerçekleştirmek için çalışmış oluyoruz.

Tame Impala’nın bazı şarkıları seninle özdeşleşmiş gibi. Müzikle bağın nasıl? En çok hangi albümler, müzisyenler sende dönüp dönüp dinleme isteği uyandırıyor?

Evet, bunun sebebi videolarımın girişinde kullandığım Tame Impala şarkısı. Grup da benimle özdeşleşti hâliyle.

Müzik, hayatımın her zaman çok büyük bir parçası oldu. Küçük yaşta fark ettiğim, müziğin beni beynimden vurulmuşa döndürdüğü anları çok iyi hatırlarım. Hayatımın en mutlu anları hep konserlerde ve festivallerdeki anılarım oldu.Dinlediğim albümler, bugünkü Cansu’yu şekillendirdi.

Kendimi bulduğum, kaybettiğim, duygularıma anlamlar yüklediğim ve boşlukta süzüldüğüm anlarımda müzik bana hep yardımcı oldu. Bazen depresyondan kurtardı, bazen de depresyona sürükledi, zaman zaman bu bağ beni de korkuttu. Sevdiğim müzisyenlerin konserlerinde mutlu oldum diyorum ama aslında saatlerce ağladıklarım da var—yine mutluluktan. Mesela Radiohead için bunu söyleyebilirim. Ve yine, tabii, hepsini buraya sıralayamasam da beni kendime getiren sevdiğim bazı albümler şunlar:

• Mazzy Star – So Tonight That I Might See (1993)
• Radiohead – The Bends (1995)
• Placebo – Without You I’m Nothing (1998)
• Radiohead – Hail to the Thief (2003)
• Muse – Absolution (2003)
• Arcade Fire – Funeral (2004)
• Radiohead – In Rainbows (2007)
• Grizzly Bear – Veckatimest (2009)
• Midlake – The Courage of Others (2010)
• Arcade Fire – The Suburbs (2010)
• Two Door Cinema Club – Tourist History (2010)
• Jessie Ware – Devotion (2012)
• Beach House – Depression Cherry (2015)

İç mekân tasarımına ilgini biliyoruz ve desenli bir parçaya yaptığın “Saralım lütfen!” yorumunu duyabiliyoruz bile. Bir mekânın seni içine çekmesi için neye sahip olması gerekiyor? Seni en çok hangi tasarımcılar, akımlar ya da mekânlar etkiliyor?

Saralım lütfen! Bir mekânın ruhunu içine girdiğiniz an hissedersiniz ya, sanırım o “ruh”tan olması lazım öncelikle. Sonrasında o mekânın ışığı, bir bağ kurmamda çok etkili oluyor. Renk kullanımı ise ne olursa olsun karşı koyamadığım bir unsur! Dengeli kurulum da öyle.

Eskiyle yeninin harmanına; modern ve rustiğin dengesine; mekânın dokusu ve yaşanmışlığına da vurulurum. Favorilerimden aklıma ilk gelenler Ettore Sottsass ve Osamu Noguchi; Renzo Piano’nun detaycılığı, Alexander Calder’in kinetik sanatıyla yarattığı enerjik hava, Tadao Ando’nun en ufak boşluğu bile tasarım öğesi olarak kullanması.

Kişisel bir ilgi alanına dalalım: Mickey Mouse senin için nostaljik bir figür mü, yoksa daha spesifik bir anlamı var mı? Koleksiyon yaparken neleri saklamaya değer buluyorsun?

Mickey Mouse, içimdeki çocuğu besleyen nostaljik bir figür aslında. Aynı zamanda bir kültür! Bana eğlenceyi, masumiyeti hatırlatır. O yüzen özellikle vintage bir Mickey parçası bulduğumda hiç karşı koyamıyorum.

Koleksiyon yaparken tasarım açısından güçlü, özgün, geçmişi olan veya bana bir hikâye anlatan parçalara çekiliyorum. Genellikle kendimce özgün bulduğum, kalbimde bir şeyleri harekete geçiren o parçaları toplamaya özen gösteriyorum.

İşin gereği bol seyahat ediyorsun. “Burası tam bana göre” dediğin şehir neresi? En ilham veren, en rahatlatan, en keşfetme isteği uyandıran yerler hangileri? Birkaçını sıralar mısın ve nedenleriyle paylaşır mısın?

İşimin en sevdiğim yanlarından birisi tabii ki seyahat etmek. Her gittiğim yerde, ilham veren ve harekete geçiren bir yan bulmaya çalışırım. New York, ilk aşk gibi; ilham veren ve içimde verimli olmak için en motivasyon uyandıran şehirlerden.

Kopenhag; sadeliği ve minimal hâliyle kendim gibi hissettiren yaşamak istediğim hayatı hatırlatıyor bana. Viyana ve Salzburg, mühendislik zamanı keşfedebildiğim ve doğasına aşık olduğum ve “en rahatlatıcı” şehirler. Cape Town; gezegeni sevdiren, enerjisini en derinden hissettiğim şehir! Paris… klişe gelse de işim dolayısıyla en çok seyahat ettiğim şehir ve artık “ikinci ev” hissi veren bir hâl aldı. O da estetik anlamda beni çok besler.

Bazı kıyafetler eskidikçe daha iyi hissettirir. Senin de belli parçaları sık sık kombinlerinde tekrar ettiğinin farkındayız. Tüketim kültürünün merkezinde bir sektörle ilişiklisin ama bir yandan da aynı parçaları tekrar giymekten çekinmiyorsun. Sence bir kıyafetin uzun vadede anlamını koruması için neye ihtiyacı var? Kriterlerini öğrenebilir miyiz?

Bunun dikkat çekmesi çok mutlu etti beni. Dolabımda yer alan her parçaya da anlam yükleyen birisi olarak kıyafetlerimi tekrar tekrar giymeyi ve bu tarafı öne çıkarmayı seviyorum. Kullanıldıkça anlam kazandıklarını, beraber anılar biriktirdiğimizi hissediyorum. Tüketim kültürüne ayna tutan bir iş yaptığımı biliyorum fakat sürdürülebilirlik benim için önemli. Alışverişlerimi hislerimle yapıyorum; dolabıma giren ürünler, hislerimden yola çıkarak tarzımı belirledi ve o tarza hizmet edenler de benimle devam ediyor.

Eğer ki beni takip edenlere ilham verebiliyorsam—ki bunu hep çok istedim—kıyafetlerimi tekrar tekrar farklı şekillerde giyerek, insanları da buna yöneltemeye çalıştım. E, paylaşımlarımı yakından takip edenler de benim bazı parçalarımla bağ kurmuş durumda!

Kriterlerime gelirsek… Bir kıyafetin uzun vadede anlamını koruması için önce kalite şartı arıyorum, böylece uzun yıllar benimle devam edebilsinler. Genelde trend ürünlerden uzak durduğumu fark ediyorum, “zamansız” diyebileceğimiz parçaları seçmeyi önemli buluyorum.

Seçtiğim kıyafetlerde kendimden de bir parça bulabilmeye önem veriyorum. Konforsuz herhangi bir parçayla uzun yıllar devam edemem, o sebepten rahatlık hissi de elbette ki ön sıralarda. Ve hikâyesi. Ya onu almaya karar verdiğim andaki ben, ya o parçanın hikâyesi, ondan uzun yıllar ayrılamamama neden oluyor bazen.

Son olarak, “vitruta” ve “Good People” denince aklına gelenleri bizimle paylaşır mısın? Marka, semt, birey, renk, etkinlik—aklına ne gelirse.

“vitruta” ve “Good People” denince aklıma ilk gelen Pera ruhunun İskandinav öğelerle dengesi. Bende yeri ayrı olduğu için Selçuk’u ve Kånken’i de düşündürüyor!

İyi bir şarap; his olarak koyu bir yeşil; derin sohbetler ve kendini yetiştirmiş, kreatif, üreten, ilham veren, samimi yüzlerle samimi toplaşmaların bir harmanı.

Cansu Akın'ın çekimde kullandığı ve seçtiği ürünler için buraya tıklayabilirsiniz.